İçim sıkılıyordu. Uzun süredir, vermek zorunda kaldığım kararların sonuçlarıyla uğraşıyordum. Daha çok onlar benimle uğraşıyorlardı, bana eziyet ediyorlardı demeliyim aslında. Çünkü bunu söylemezsem yani bu sonuçların benden üst bir varlıkmış gibi bana eziyet ettiklerini düşünüyor olduğumu dürüstçe belirtmezsem, hayatta hep üzerinde gidip geldiğim ironi çizgisinden feci bir şekilde uzaklaşmış olacağım. Kafa karıştıran şeyleri severim ama şu anda yapmak istediğim şey bu olmadığından doğrudan hikâyeme geçeceğim.
İç sıkıntımın sebebi içinde bulunduğum hayatın beni yorması, istemediğim birçok şeyi yaparken istemesem neden yapayım düşüncesi ve bir de bu sıkıntıyı yalnızca benim yaşıyor olduğuma dair saplantılı inancımdı. Üçüncü sebep bir sözcüğü tanımlarken sözcüğün kendisini kullanmak gibi amatörce dursa da şimdilik sizden bunu göz ardı etmenizi ve daha sonra bunu hatırlamak üzere hafızanızda yakın bir yerlere not etmenizi isteyeceğim.
Okuduğum okul/bölüm, yakın arkadaşlarım, belediye otobüsleri, sırt çantam ve buna benzer başkalarına beni bir çırpıda tanıtabilecek birçok şey, beni yaşadığım sıkıntının farkındalığına zorluyor ve sanki uzun tırnaklarıyla kulağımdan çeker gibi zorla bu sıkıntının kaynağına doğru sürüklüyordu. Buna müthiş bir zıtlıkla ve başarıyla kendini hissettiren başka mevzuysa modern insanın hayatına denk düşen hemen her şeyin adım adım benim hayatımda da yer ettiği gerçeğiydi. Üniversite bitecek, iş sahibi olacaktım. Bir müddet para biriktirecek ve evlenecektim. Çocuk sahibi olmadan önce belki bir müddet daha para biriktirecek, yıllık izinlerimi hepsi dâhil otellerde renk ve ses gürültüsü içinde daha da yorularak harcayacak ve kaldığım yerden ömürlük yorgunluğuma devam edecektim. Çocuğum olduktan sonrasını kelimeye dökemeyecek kadar korkmuş ve şaşkın olduğum için bu, tornavida nasıl yapılır türü belgesele bir son veriyorum.
Bir süre bu garip olduğunu zannettiğim ama birçoğunuz için son derece sıradan olan analizlerle meşgul oldum. Bu analizlerden ne zaman vazgeçtiğimi hiç hatırlayamıyorum. Sıkıntıma bir çözüm bulmuş gibiydim. Sanatsal aktivitelere zaman ayırmaya başlamış, geçici huzurumun tadını çıkarıyordum. Sinema, edebiyat, felsefe, sosyoloji ve psikoloji üzerine aldığım seçmeli derslerle vakit geçiriyor ben de aktif olarak bu alanlardan birinde rol almalıyım diye düşünüyordum. Böyle anlarda iç sıkıntımdan eser kalmıyordu. Yani sanatsal anlamda zaten benliğimde ya da genlerimde var olan pasif yeteneklerimi aktivasyona geçirecek olmanın telaşına ve hevesine kapılıyordum. Doğal olarak içim sıkılmıyordu. Bu bir tür kutuplaşma meselesi bence. Heves ve sıkıntı ters kutuplar gibi davranıyor.
Amatörlük seviyesinden bir adım yukarı çıkamadan birtakım yeteneklerimi konuşturmaya başlamıştım. Öyküler, senaryolar yazıyor, film setlerinde görev alıyordum. Huzur beni bu sularda buluyor gibi bir durumum vardı. Ancak zaman zaman olduğu gibi yine ironi çizgimden kaydığımı sevgili hayatım bana inceden hissettirmeye başlamıştı. Kötü şeyler olmuyordu. Bu da iyiye işaret değildi. Geç kalmış küçük kötü şeylerin yerini koskocaman büyük bir kötü şeyin alacağı düşüncesi huzurumu bozmaya başlamıştı. Bir gariplik vardı. Ve bu seferki öncekiler gibi sıradan bir gariplik değildi. Bu seferki maddesel tatminsizlikten öte bir şeydi. Böylesine mahrem, böylesine beş duyuyla algılanmaktan kilometrelerce uzak bir durumu nasıl anlatsam bilemiyorum. Sanki ruhumda bir türlü doyuramadığım yüzlerce kurabiye canavarı vardı ve ben her tarafı kakaoya bulanmış önlüğümle fırına durmadan yeni tepsiler sürüyordum. Okudukça, izledikçe, dinledikçe içimdeki boşluk bir çeşit bulantı hissine dönüşüyordu. Gözlük numaramdaki akıl almaz düşüş hayatın beni kulağımdan cazgırca çekiştirdiği günleri hatırlatarak canımı acıtmış, bilerek toza dumana buladığım şeyleri saldırgan bir berraklıkla gözlerimin önüne sermişti. Bu kez çaresiz kaldığımı kendime itiraf etmeliydim. Geceleri bildiğim birkaç önemli sureyi ve duayı okumayı bırakalı temizinden üç yıl olmuştu. Tanrıdan bu denli uzaktayken birilerinden, bir şeylerden yardım beklemek gülünç olurdu. Çok fazla zaman kaybetmeden, her şey dâhil otellerin fiyatlarına bir göz atmalıydım.
Oteldeki bir haftamı, havuzdan ve bardan gelen gürültü cümbüşüne aldırmadan, her şey hariç, yalnızca Sartre’ın Bulantı’sı ve Camus’nün Yabancı’sından aldığım notları tekrar tekrar okuyarak geçirmiştim. Varoluşçuluk… Şaşılacak şeydi. Kitapları ilk okuduğumda beni bu kadar cezbetmeyen bu felsefi akım, bir haftada her yanımı kuşatmıştı. Bütün tanımlara tıpatıp uyuyordum. Şu ana kadar size kendimden başka hiç kimseden bahsetmeyişim düpedüz bireyselcilikten yana olduğumu söylemiyor mu? Huzursuzluğun bulantıya dönüşümü? Verdiğim kararları, vermek zorunda oluşum şeklinde tanımlamam? Unuttuğum sureler ve dualar? Hepsi benim su götürmez bir varoluşçu olduğumu kanıtlıyordu. Bütün vücudumu asla iflah olmayacağına inandığım bir korku sarmıştı. İç sıkıntısı geri gelmişti. Korku her şeyi başa sarmış hafızam çamaşır suyuyla yıkanmışçasına silikleşmişti. Tek istediğim varlığımı Türk varlığına armağan ettiğim ilkokul günlerime geri dönmekti.
İşte iç sıkıntım kendi kendini tanımlamaya çalışan bir sözcük gibiydi. Bir yandan çabasının boşa olduğuna inanıp umutlanıyor bir yandan da evrenin anlamsızlığı ve saçmalığından doğan kuralsızlığı hatırlayıp düşmanımın gücünün ayırtına varıyordum. Bu yeni gelgitlerim beni bir süre böyle rahatsız etti. Ancak bir gün internette gezinirken, daha önce kodladığım bir bilgiyi hafızam bayram misafirine şeker uzatırcasına bir kibarlıkla buyur etti. İç sıkıntısı var olmanın getireceği sonsuz hafifliği hak etmem için yaşamak zorunda olduğum bir formaliteydi. O kadar da korkulacak bir şey yoktu. Hatta bu sıkıntıyı bunca zaman gururla yaşadığım için kendimi iyi hissetmeliydim. Neredeyse mutlu olmalıydım diyeceğim ve ironi çizgimle tekrar buluşacağız.
Bundan sonraki günler sıkıntımı kendimi topluluklardan, arkadaşlardan ve kurallardan uzak tutmaya çalışarak yaşadım. Otobüslerde yaşlı teyzelere yer vermek zorunda olmayışım ulaşım sorunlarımı bir hayli çözmüş gibiydi. Sadece yeni bir utanç duygusu gelişmişti bende. Daha önceki yaşantımda katıksız bir aptal oluşum her geçen gün beni daha da utandırıyordu. Şimdiki gururlu halim daha önceki pısırık halimi bir bulsa bir kaşık suda boğardı. Öyle gururluydum ki hop desem uçacaktım. Benden daha üst bir varlık, kararların işkenceci sonuçları filan tarihe karışmıştı. İç sıkıntım yalın ve temiz haliyle gururumu besliyor iç seslerimi kuvvetlendiriyordu. “Sen tam bir varoluşçusun!” İç seslerimi de iç sıkıntımı da çok seviyordum. Sevgi konusunda nasıl davranacağıma henüz karar vermesem de biliyordum. Sıkıntımı seviyordum. Elbette sevgi bana her şeyi unutturacak güçte bir duygu değildi. Benliğimi kontrolsüzce sarmasına asla izin vermezdim. Ne yapıp edip sıkıntımla aramdaki mesafeyi korudum.
Bir yıla yakın bir süre bu sağlam kararlılıkla yaşadım. Her şeyi reddederek varoluşçuluğu kabul ettim. Artık fal baktırmıyordum örneğin. Astroloji, burçlar, tarot falları… Hepsi saçmalığın daniskasıydı. Ben var olmamışken doğduğum gün, hakkımda hangi cüretle yargıda bulunabilirdi? Buna benzer bir sürü saçmalıktan tamamıyla vazgeçtim. Rafine bir özlük duygusuna kapılmış gidiyordum. Okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim benle aynı eksende duruyordu. Hep beraber sıkılıyorduk. Ama biliyorduk ki bu, gelişmenin habercisiydi.
Bir gün beklenmedik bir şekilde bu sürecin bir yıl olduğuna karar veren olay gerçekleşti. İç sıkıntımla yapışık ikizler gibiyken öyle bir şey oldu ki bizi birbirimizden ayırmayı başardı. Bunun olacağı sizin de aklınıza gelmezdi biliyorum. Benim anlata anlata bitiremediğim şu meşhur iç sıkıntım nasıl olacaktı da beni terk edip gidecekti? Sartre ne olacaktı? Ya Camus? Camus bir varoluşçu olmayı reddetti ama hepimiz onun da kafasının biraz karışık olduğunu bilmiyor muyduk? İç sıkıntısı biz gururlarını tek başına yaşayanların kaderi değil miydi? Nasıl oldu da ben birdenbire bu kaderden sapabildim?
Katıksız bir aptal olduğumu söylemiş miydim? Yermekten tarumar ettiğim saçmalıkları sıralarken nasıl da geriniyordum değil mi? Şimdi basitçe kanıma işleyen bir aşk yüzünden tek yoldaşım iç sıkıntımı kaybettim. Evet, âşık oldum. Kurabiye canavarları yerlerini her yerde söylendiği gibi kelebeklere bıraktı. Felsefi akımlar vız geldi. Gurur perdesi yerle yeksan oldu. Aşk konusuna daha önceden çalışsam fena olmayacaktı. Tamamen hazırlıksız yakalandım. Şimdi öncekiler sonrakiler, yasaklar kurallar birbirine girdi. Ne yapacağımı kestiremiyorum. Bu şekilde yaşayıp gideceğim gibi duruyor. Ama hayatım bana hatırlatmıştı. Koskocaman bir kötü şey olacaktı. Besbelliydi. Neyse kelimesine gittikçe ısınmaya başladım. Neyse, en azından ironi çizgimin tam üstündeyim. Aşkım ve ben yani. İkimiz çizginin üstündeyiz. Hop desek düşeceğiz.