11 Ağustos 2015 Salı 0 yorum

Sanıyorum Yok

Gezegenin bir yerinde birinin aklına kendi kendini yazılı yoklama yapma fikri geldi. Kendi kendini tâbi tuttuğu ilk sınav olacağından soru sayısını kısıtlı tutmaya karar verdi ve kağıt kalem çıkarıp masadaki diğer her şeyi çantasına koydu. Cep telefonunu da uçuş moduna aldı. Kendi kendine "Yaz", dedi.

"Soru 1
a) Hepimizin sırasıyla geçirdiği bütün haysiyetsiz evreleri atlayıp onurlu, huzurlu yaşantıya aktarmasız geçiş diye bir şey var mıdır? Varsa nerededir?

b) a şıkkında bahsedilen onurlu, huzurlu yaşantıyı tanımlayınız ve bu yaşantı türüne bir örnek veriniz."

Bu kadar zor bir soru sorduğu için kendi kendine gıcık oldu. Hatta kendine küfrü bastı. Öyle düşündü böyle düşündü fakat soruyu cevaplayamadı.

Bu sırada gezegenin başka bir yerinde aynı soru başka birinin daha aklına geldi. Fakat bu başka biri soruyu kendi kendine cevaplayamayacağını biliyordu. Yanındaki arkadaşına soracak gibi oldu. Vazgeçti. Çünkü bu başka biri yanındaki mankafa arkadaşının bu soruyu cevaplayamayacağını da biliyordu. Asabı bozuldu. Bir anda arkadaşına bağırmaya başladı.

"Aklıma takılan şeyleri paylaşmayacaksam seninle neden arkadaş kalayım ki? Saçma sapan bir ilişki bence bizimkisi. "

"Beni sinir etmek için yapıyorsan boşuna uğraşma sinirlenemeyecek kadar uykuluyum bugün."

"Mesela! Niye ben senin sinirini bozamıyorum? Çünkü beni iplemiyorsun anladın mı? Acaba neden böyle bir şey söyledim diye bile sorgulamıyorsun. "

"İyi tamam! Niye böyle bir şey söyledin şimdi?"

"Çünkü aklımdan bir sürü şey geçiyor, hayatla ilgili bir sürü şey takılıyor ve sana ne zaman bunlardan bahsetsem hiçbir katkıda bulunmadığın gibi konuyu bir şekilde geyik malzemesi yapıyorsun."

"Alakası yok. Bu tamamen senin boktan bakış açın. Söylediklerini her zaman dikkatle dinlediğimi biliyorsun. Sırf tripli tripli film repliği stayla laflar etmek için nankörlük yapıyorsun şu anda."

"Yahu bir kere de benimle konuşurken şu ağzını yaymadığın olacak mı senin? Bu nedir ya? Staylaymış tripliymiş filan. Bak senin anlamadığın çok net bir şey var. Benim hayatla ilgili kaygı duyduğum ne varsa senin hiçbir zaman umrunda olmuyor ve dahası beni kaygılandığım için küçümsüyorsun. "

"Tebrik ederim sinirimi bozmayı başardın!"

"Hayret, ilerleme var demek ki! Şunu iyice anlaman lazım senin; her gün aynı saatlerde aynı mekanda bulunuyor olmak arkadaşlık için yeterli değildir."

"Bana arkadaşlığı öğretene bakın! Sen arkadaşlığın kıymetini bilmiyorsun çünkü beyinsizin tekisin. Hayatla ilgili o kadar çok kaygılanıyorsun ki hayatın ne demek olduğunu unutmuşsun. Tam olarak ne için kaygılandığını bile bilmeden kaygılanıp duruyorsun."

"Vuhuu! Şu an hayretler içindeyim. Benim mankafa kankacığım bir adet anlamlıymış gibi duran cümle üretti. Hem de hiç yardım almadan."

"Tamam kes ya! Evet iplemiyorum senin zırva kaygılarını, hayat sorgulamalarını filan. Tamam mı? Bıktım. Hiçbir şeyden mutlu olmayan, doyumsuz, karamsar bir aptalsın çünkü. Ok midir bu cevap? Yeterli oldu mu?"

Gezegenin başka yerindeki bu başka biri mankafa arkadaşından duyduğu bu hakaretler karşısında sessiz kaldı. Bir arkadaşlıktan daha olmuştu ama bu ona çok koymazdı. Çünkü onun dünyasındaki herkes arkadaşlığın aynı zaman diliminde aynı mekanda bulunmak olduğunu zannediyordu. Kısacası onun dünyasındaki herkes mankafaydı.

Onun için asıl önemli olan şey kafasına takılan soruydu. İçinden tüm gücüyle soruyu bağırmaya karar verdi. Belki gezegenin bambaşka bir yerinde bambaşka biri soruyu duyup cevabını ona söyleyebilirdi.

HEPİMİZİN SIRASIYLA GEÇİRDİĞİ BÜTÜN HAYSİYETSİZ EVRELERİ ATLAYIP ONURLU, HUZURLU YAŞANTIYA AKTARMASIZ GEÇİŞ DİYE BİR ŞEY VAR MI?

Bu sırada gezegenin bambaşka bir yerinde bambaşka biri uykusundan aniden uyandı. Yatağında doğruldu. Hala gecenin körü olduğunu fark etti. Biraz şaşırdı. Çatallı sesiyle sorunun cevabını mırıldandı.

"Sanıyorum yok."
23 Nisan 2014 Çarşamba 1 yorum

Mutluluk Oyunu


           Mutfaktaki küçük masaya dördü birden sıkışmış, o zamanki bana göre korkutucu miktarda kahve ve sigara içiyorlardı. Leyla Teyze'nin sesi sigaradan mı yoksa doğuştan mı bilmem kısık ve çatallıydı. Taner Amca'nınsa tam tersine gür ve tok bir sesi vardı. Bu ikili konuşurken annemle babamın nedenini hiçbir zaman tam olarak kestiremediğim tartışmalarına kulak asmazdım. Hepsi bir anda konuşurdu ama ben yalnızca Taner Amca'yı duyardım. Gece yarısı olunca beni, kardeşimi ve Leyla Teyzelerin iki oğlunu bir odaya tıkıp uyumaya bırakmışlardı. Diğerleri uyudu, ben uyumadım. Leyla Teyze annemle babamın tartışmalarında hep babamı haklı bulurdu. Taner Amca'ysa taraf tutmazdı. Bu yüzden bana hep annem yalnız kalır gibi gelirdi. Coşkulu bir tartışmanın ardından hepsi sustu. Odayı hemen çocukların uyku sesleri doldurdu. Sonra da annemin cılız sesi...“Siz nasıl başarıyorsunuz Taner? Nasıl katlanıyorsunuz bunca şeye?” Yine sessizlik... Ardından kibritin kutuya sürtünmesi ve annemin sesi gibi bir alev. “Bunları biz de yaşıyoruz ama ipler böylesine gerildiğinde mutluluk oyunu oynuyoruz.” dedi Taner Amca ve cümlesini açıklayamadan bizim odaya gelmek zorunda kaldı. Küçük oğlu çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı. Uyumadığımı gördü. Bana göz kırpıp oğluyla ilgilendi. Oğlunu sakinleştirip kapıya yöneldiğinde dayanamadım, sordum. “Nasıl oynuyorsunuz mutluluk oyununu Taner Amca?”. “Şimdi uyu sonra anlatırım”, dedi.

            Ben uyudum ama o hiçbir zaman anlatmadı. Onların konuşmalarından evliliğin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan ben şimdi evliliğin tam ortasındaydım. Hala anlamaya çalışıyordum üstelik. Sessiz ve sıkıcı, o zamanki gibi kahve-sigara-mutfak masası dostluklarının olmadığı akşamlardan birindeydim. Emre yemeğe gelmeyeceğini söylediği için yemek de yapmamıştım. Öylesine bir şeyler atıştırıp kanepeye uzanmış televizyonun karşısında vakit geçiriyordum. Emre'nin nerede ve kimlerle olduğunu merak etmiyordum diyemem ama çok da umursamıyordum. Evlilik umursamazlığın devamlı büyüdüğü bir bahçeydi belki de.  Umursamazlığın, unutkanlığın ve alışkanlığın... Onlar devamlı büyür sen televizyonun karşısındaki kanepede gitgide küçülürdün. Görüntünün yuvarlak bulanıklıklara dönüştüğü, uykunun zihnime akmaya başladığı anda telefonun sesiyle ayıldım. Gelirken bir şey alayım mı, diye soracaktı herhalde Emre. Telefonu açtım. Arayan Yavuz'du. Taner Amca'nın küçük oğlu... “Babamı kaybettik”, dedi.

            Yıllardır görüşmüyorduk Leyla Teyzelerle. Cenazeye gitmedim. Yalnızca telefondan baş sağlığı diledim. Annem çok kızdı. Babam pek aldırmadı. Cenazeden sonraki günlerde rüyamda sürekli Taner Amca'yı görüyordum. Onca rüyadan yalnız bir tanesi tüm parlaklığıyla aklımdaydı. Leyla Teyzelerin balkonundan görülen Büyük Venedik Oteli'nin lobisindeyiz. Masada akşamki yemek için hazırlanmış tabaklar, bardaklar, çatal bıçaklar var. Taner Amca koyu bir kahve içiyor. Ben de kuşburnuna benzer bir çay. “Evet artık hazırız. Şimdi seni dinliyorum.”, diyorum. Taner Amca sigarasını yakıyor. Kahvesinden bir yudum alıyor. Ben de çayımdan. “İşte sen bu çayı içerken ben yalnızca senin bardağa değen dudaklarını, dudaklarının arasından geçip boğazından akan sıcak kuşburnunu düşünüyorum. Ha kuşburnu ha ben!”. “Bu kadar mı? Bu mu yani mutluluk oyunu?” diyorum hayal kırıklığıyla. “Hayır, oyun değil bu!”, diyor “Sadece mutluluk.”

            Bu rüyalar yetmiyordu. Benim gerçek bir oyuna ihtiyacım vardı. Aylarca Yavuz'un tekrar aramasını ve babam sana bir mektup bırakmış, demesini bekledim. O mektubu almaya gidecektim. Büyük Venedik Oteli'nin lobisinde parlak tabakların, bardakların, çatal ve bıçakların bir tanım gibi öylece durduğu masada mektubu okuyacaktım. İçinde, her unuttuğumda açıp bakacağım, mutluluk oyununun tarifi olacaktı. Neredeyse bir yemek tarifi gibi, içindekiler, yapılışı ve afiyet olsun. Hepsi olacaktı.

            Yavuz hiç aramadı. Ben de beklemekten vazgeçtim. Şimdi soranlara, ipler gerildiğinde mutluluk oyunu oynuyoruz, diyorum.
16 Nisan 2014 Çarşamba 0 yorum

L.A. River Lady

Kadın eldiveni takıp tepsiyi fırından çıkardı. Tezgâhtaki nihalenin üzerine koydu. Sıcak tavuğu bıçakla parçaladı. Arada sırada sosa bulaşmış parmaklarını yaladı. Mis gibi olmuştu. Masanın üzerine alelade koyduğu tabakları, çatalları, bıçakları ve kadehleri özenle yerleştirdi. Salatanın yağını döktü, tuzunu serpti. Şamdandaki mumları da yaksa mıydı? Biraz daha bekleyecekti. Saate baktı. Neredeyse gelirdi. Saçındaki havluyu çıkarıp ıslak saçlarını sanki hiç uğraşmamış da öylece toplayıvermiş gibi göstermek için aynanın karşına geçti. Bir topladı. Hiç olmadı. İkincide kulak arkaları fazla düzgün duruyordu. Üçte başardı. Hiç uğraşmamış gibi…

Şarabı buzdolabından çıkarma vakti gelmişti. Ne çok soğuk ne çok sıcak olmalıydı. Masaya oturdu. Örtünün kenarında bir leke gördü. Peçeteliği lekenin üstüne koydu. Bacak bacak üzerine atıp dik oturdu. Sanki kapı dın diyecekti. Şimdi diyecekti. Şimdi!

Yarım saat geçti. Aramak istemiyordu. Adam sıkboğaz edilmeyi sevmezdi. Ama tavuk soğumuştu. Olsun, geldiğinde hemen ısıtıverirdi. Yine de canı sıkıldı. Televizyonu açtı. Bir film vardı sinema kanallarından birinde.  Adamın biri loş bir barda bir masada oturuyordu. Bar çok kalabalık değildi. Altı yedi kişi vardı. Adam çevresine tedirgin bakışlar atıyordu. Onun tedirgin bakışları da bardaki diğer adamları huzursuz ediyor gibiydi. Of ne bunaltıcı durumdu. Kadın mis gibi yemek kokan evinde huzurla otururken şu adamın bulunduğu durum ne fenaydı. Adam arada sırada birasını yudumluyor ve saatine bakıyordu. Belli ki birini bekliyordu. Uzun süredir mi bekliyordu acaba? Garson geldi. Adamın boş bardağını dolusuyla değiştirdi.

Kadın da kadehine şarap doldurdu. Nerde kalmıştı bu adam? Yıldönümünü evde kutlamayacaklar mıydı? Evet, böyle kararlaştırmışlardı, emindi. Filmdeki adam hala saatine bakıyordu. Yakışıklı adamdı. Saçları filan dağınıktı ama hoş bir görüntüsü vardı. Adam cebinden telefonunu çıkardı. Bir numarayı seçti listeden. Tam arayacakken, vazgeçti.

Kadın açlığa daha fazla dayanamadı. Tabağına tavukla biraz salata koydu. Soğuk moğuk şarapla iyi gidiyordu. Adam eliyle garsona işaret etti. Garson geldi. Adam kulağına bir şeyler söyledi. Garson başını salladı. Hemen gidip elinde çerez tabağıyla geri döndü. Adam fıstıkları hızlı hızlı yerken kadın tabağını çoktan temizlemişti. Peçeteyle ağzını sildi. Yanmayan mumları gördü. Birini kendi için birini de filmdeki adam için yaktı.

Mumlar eridi. Kadın şişedeki son yudumu da kadehine doldurdu. Filmdeki adam da o sırada masasından kalkıp müzik kutusuna doğru yalpalayarak yürüdü. İyice sarhoş olmuştu. Bir şarkı açtı. Kadınla birlikte dinlediler. Şarkı bitti. Adam bir daha açtı. Bir daha dinlediler. Üçüncüde adam müzik kutusunun yanında sızdı. Kadının da başı masaya düştü. Birlikte, sonsuza dek çalacak gibi duran şarkının içine uykuyla gömüldüler.




13 Şubat 2013 Çarşamba 0 yorum

Bir Yazar Ne Zaman Ölür?




"Kelimelerin ağzından çıkıp bana doğru gelirken eriyip buharlaşmasını izliyorum. İyi ki. Kelimeler öldürür bu zayıf bedeni."


Kitabın arkasındaki "Alışılmadık bir Gülsoy kitabı bu..." cümlesi başta küçük bir ön yargı yaratıyor ancak roman daha en başından yazarın izlerini belli ediyor. Murat Gülsoy kelimeleri ustaca birleştiren, parçaları en doğru bütüne dönüştüren bir yazar. Alışılmadık olansa bu kez bütünü parçalara bölen ve kelimeleri birleştirememenin ustalığını gösteren bir romanla karşımıza çıkması.


Her bölüm kahramanın sarı kağıtları ve bütün kitabın bir sonu vurgulaması gibi her son cümle bir başlık. Biçimsel olarak kitabın vitrininde ilk olarak bu çarpıyor göze. Ancak ilerledikçe romanın gerçek sihri ortaya çıkıyor. Okuyucu her şeyi unutan adamın gözünden görüp onun bildiğinden, hatırladığından ötesine gidiyor. Roman kahramanını hapsedip okuyucusunu azad ediyor belki başka bir deyişle.


Benim için kitabın duygusal zemini, bir yazarın geçmişini unutması ve birilerinin bu geçmişi kendilerine göre yeniden inşa ediyor olma ihtimalinin ağır endişesi. Birileri onun kelimelerini alıyor ve yazarın kendi cisminden başka bir dünyanın cisimlerini yaratıyor. Bu birileri belki maden işçileri, belki kendi dilindeki kadın belki de yazarın mürekkebini enjektöre akıtan hemşire. Tam bu noktada roman bir Murat Gülsoy romanı olduğunu hatırlatıyor. Bir yazar var ancak kanı siyah ve mürekkepten... Bu yazar olsa olsa başka bir yazarın siyah mürekkebinden oluşan bir karakter olabilir.


Romanın önemli kirişlerinden biri de karakterin elinde kalan son gerçek şeyin oğlu ile ilişkisi olması. Bu açıdan da bir tür borç ödeme olduğunu düşündürdü bana. Hem baba hem oğul tarafından ödenmemiş bir borcun ağırlığı, çabalayan didinen ancak borcunu bir türlü ödeyemeyen iki Adem. Babaları ölmeden ölemeyen iki adam.


Roman hakkında söylenecek çok şey var ancak üzerimde şiirsel sinemanın etkisine benzer bir etki bıraktığı için  düşüncelerimin birçoğunu kendime saklayacağım. Nisyan benim için Gülsoy'un akıcı kurmacalarının arasında bu kez yukarıdan aşağıya akan bir derinlik sarhoşluğu...


13 Eylül 2012 Perşembe 0 yorum

Bilmeden - Çoğullama

Edip Cansever çoğu zaman halime tercümandır.


Çoğullama

Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri
Seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle
Bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor - acaba?
Evet, çok değil konuşurken düzeltiyoruz
Orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz
Ama biliyorsunuz ki gene de
Hepimiz, işte hepimiz
Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.

Gözler mi? Tavana dikili, hayır, pencereye
Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları
Mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de
Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
Orman, dağ, kısacası evrenle.

Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz
Biz bu tavana bilmeden eski rengine boyuyoruz
Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba?
Evet, çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz
Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
Kim bilir, belki de biz
Tanrısıyız en olunmaz şeylerin.

Bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak
Asılıp kalmışız sokak fenerlerine
Asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor
Görenler bizi görüyor ve gidip geliyoruz dikkatle
Doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz
Ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece
Cansız
Ve gidip geliyoruz dikkatle.

Biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize
Boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz
Bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor - acaba?
Evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz
Biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
Ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
Ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.

Ve tabii bir de Yan Kalbim...

2 Mayıs 2012 Çarşamba 1 yorum

Manzara Düşkünlüğü


Meltem’i görmek için sabırsızlanıyordum. Dün gece onu yurt odasına bıraktığımda pek mutlu sayılmazdı. Kötü şakalarımı ardarda sıralamak, internette izlediğim komik videolardan bahsetmek, sınıftakilerin dedikodularını yapmak işe yaramamıştı. Odama döndüğümde kendimi bu kadar kolay rezil etmiş olmaktan çok onun mutsuzluğuna çare olamamak üzmüştü beni. Dün geceyi hiç yaşanmamış gibi saymak ve bugün son kez şansımı denemek için hazırdım. Bugün benim için büyük gün olacaktı. O ergenlik saçmalıklarından uzakta bir aşka ilk adımımı atacağım çok büyük bir gün...
Meltem yurt binasının kapısından çıktığında yüzüme manasız bir gülüş kondurmamak için çok uğraştım. Sırf hava çok güzel diye pişmiş kelle gibi sırıtmanın alemi yoktu. Kendine güvenen, hüzünlü ama vakur genci oynamalıydım bugün. Hem bu hüzünlü tavrım onun mutsuzluğunu paylaştığım anlamına gelecekti. Bir aşka başlarken böyle hesaplar kitaplar yapmamalı elbette insan, ama Meltem’i ikna etmek kolay değildi. Şansımın düşük olduğunu iyi bilsem de hatırlamamaya çalışmaktan başka çarem yoktu. Ben kendine güvenen, hüzünlü ve vakur bir gençtim. Kimse beni böyle olmadığıma inandıramazdı.
Meltem’in yüzündeyse dün geceki mutsuzluktan eser yoktu. Neşeli ve heyecanlıydı. Serhat Hoca’ya ödevleri bırakacağımız için böyleydi, biliyordum. Meltem’in Serhat Hoca’ya aşık olduğunu bütün sınıf biliyordu zaten. Aslında Meltem o kepçe kulaklı herife aşık filan değildi. Birçok insan hayatının bir döneminde hayranlık duyduğu birine aşık olduğu yanılsamasını yaşayabilir. Bu böyle bir yanılsamaydı işte. Meltem de bunu bir gün mutlaka fark edecekti. Benim bu konuyla hevesimi kırmamam gerekiyordu. Serhat Hoca’ya ödevleri verdikten sonra Meltem’i İstinye’deki balıkçıya götürecektim. Boğazda gözlerimizi uzun uzun dinlendirecek, nefis bir balık yiyecek ve benim en sonunda itiraf ettiğim aşkımızı yaşamaya başlayacaktık.
Serhat Hoca’nın odasına girdik. Meltem “Merhaba Hocam, nasılsınız?” dediğinde yüzünde o anda düşüp bayılacakmış gibi bir ifade vardı. Sözcükler dudaklarını terk ettiği anda sanki küçük birer uçan balonla havalanıyorlardı. Oysa böylesine güzel bir kızın dudaklarından havaya uçuşan bu sözcükler odada yalnızca benim başımı döndürüyordu. Kepçe kulak yapmacık gülümsemesiyle “Hoş geldin benim favori öğrencim” gibisinden bir şeyler geveledi. Benim varlığım Meltem tarafından unutulmuş ve Serhat Hoca tarafından zaten hiç fark edilmemişti. Meltem’i anlıyordum, onun için büyük anlamlar taşıyan şu birkaç dakikayı rezil etmek istemezdim. Sessizce onları dinledim. Sınav kağıtlarımız hakkında ikimizle teker teker konuşacaktı. Meltem o sınav için ne kadar çok çalışmıştı. “İnsan bildiklerini de unutuyor Hocam sizin sınavınızda”, dedi. Yüz yerine doksan almış olmak eminim onu çok mahcup etmişti. Kağıtlarımıza baktık. Benim kağıdım hakkında Hoca hiçbir şey söylemedi. Meltem’e ardarda övgüler yağdırdı. İşimiz bitince ben kapıya yöneldim. Bu kabus sahne bitmek üzereydi. Midemde hafiften karıncalar gezinmeye başlamıştı. Birazdan onu alıp bu saçma sapan aşk yanılsamasından kurtaracak ve ona aşkın gerçekte nasıl bir şey olduğunu gösterecektim.
Ben kapıdan çıktım. Ama Meltem gelmedi. Dönüp içeri baktığımda Hocanın karşısında öylece duruyordu. “Bir şey mi söylecektin Meltem?” dedi Hoca. Meltem birkaç saniye hareketsiz bir şekilde hocaya baktı. Sonra “Ben size aşık oldum Hocam”, dedi. Hoca benim kadar şaşırmadı. Ne yapacağımı bilemedim. Böyle bir itirafa tanık olmak, istediğim son şeydi. Başımı öne eğdim. Başını eğmek zorunda olan ben miydim? Bu utanç verici tabloda ben çerçevenin içinde bile değildim ki! Vazgeçip başımı kaldırdım. Hocayla göz göze geldik. Gözlerimin içine dik dik bakıyordu. Beni fark etmişti. Ayağa kalktı. Kapıya doğru yaklaştı ve kapıyı ittirdi. Kapı yavaş yavaş yüzüme kapanırken gördüğüm son şey Hocanın Meltem’in sırtına dokunan elleriydi. Galiba bugün benim için büyük bir gün olmayacaktı. Bugün Meltem için büyük bir gündü. Kendine güvenen, hüzünlü ve vakur biri varsa o da kepçe kulaktı. Ben bugün sadece İstinye’ye gidip manzarada balık yiyecektim.
11 Nisan 2012 Çarşamba 1 yorum

“YAŞANMAZ”I BULAN ADAM




Tam ümidimi keseceğim sırada bu evin camındaki 'kiralık' yazısını görmüştüm. Tabanlarım, yürüdükçe uzalıp kısalan sokaklarda gezinmekten şişmiş, karnım da çok acıkmıştı. Karnım acıktığında her şeyden çabucak vazgeçen biriyimdir. Tereddüt etmeden tuttum evi. Evin canımı sıkan tek yanı, kirden yapış yapış olmuş duvar kağıtlarıydı. Ben basit bir adamımdır. Basit kelimesi her konuda bir numaralı sıfatım olmuştur. Yalnızlığım da zannederim bundandır. Bu duvar kağıtlarını tek tek söküp, mis gibi, tertemiz boyayacaktım her yeri.

Kendimden bahsetmekten pek hoşlanmam ancak kafamın bulanıklığını belki kendimin farkına vararak berraklaştırabilirim. Otuz iki yaşındayım. Bir bankada çalışıyorum. Her gün gürültüden ve zorunlu güleryüzlülükten yorularak dönüyorum eve. Evli değilim. Kadın arkadaşlarım var ama hiç sevgilim olmadı. Geyik muhabbetini severim ama nadiren dahil olurum bu muhabbetlere. Çok kitap okurum. Ama en çok sevdiğim yazar yoktur. Aslında benim en çoklarım hiç olmadı. Ya severim ya sevmem; bu kadar. Okuduğum eserlerdeki karakterlere de özenmemişimdir hiç. Sadece onları anlamaya çalışmışımdır. Ancak bu eve taşındıktan sonra bu tavrımın beni ne kadar yorduğunu ve yavaş yavaş asıl içimden geçenlere yenik düşebileceğimi büyük bir şok etkisiyle fark ettim.

Salonun ve küçük odanın duvar kağıtlarını söktükten sonra sıra yatak odasınınkine gelmişti. Yatak odasını da tamamlayınca evi güzelce boyamaya başlayacaktım. Üç duvarınkini söktüm. Dördüncü duvar, yatağın tam karşısındaki duvardı. Bir hışımla tepeden aşağıya hızla çektim kağıdı. Bir sokaktan başka bir sokağa tam köşeden döndüğünüzde, karşınıza aniden biri çıkar ve sıçrarsınız ya, işte aynen öyle yerimden şaşkınlıkla sıçradım. Duvarın ortasında kapkara bir boyayla “YAŞANMAZ” yazıyordu. Tam o anda bütün her şeyin bir anlığına yok olduğunu, dünyada yalnızca benim ve bu kağıtsız duvarın var olduğunu hissettim. Bütün okuduğum romanlar şu meşhur film şeridinin içinde kendini hatırlatıyor, karakterlerse gülümseyerek el sallıyorlardı. Tabii bütün bunlar aklımın oynadığı anlık gündüz düşleri, oyunlardı. Sonra hepsi teker teker kayboldu ancak bir tanesi hala duruyordu. Yusuf Atılgan'ın Yaşanmaz'ı! Dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim ve hemen yatağa attım kendimi. Evimin duvarında, dev bir yaratığın gölgesi gibi “Yaşanmaz”, yazıyordu. Üstelik daha da korkunç olan benim bu Yaşanmaz'ın Yusuf Atılgan'ın Yaşanmaz'ı olduğuna daha o saniyede inanmış olmamdı. Ben basit bir adamdım. Bankada çalışan kendinden yalnızca birkaç cümleyle bahsedebilen yalnız ve basit bir adamdım. Neden bu yazı benim karşıma çıkıyordu ki! Evet, belki bir bakıma ben de aylak bir adamdım. Ancak bu yazıyı bulmak eminim benden daha aylak birine nasip olmalıydı. Böyle acı bir tesadüfü 'nasip' diye adlandırmak gülünç olurdu. Bu başka bir şeydi. Ellerimin titremesi geçince, kendimde tekrar ayağa kalkacak gücü bulunca odanın içinde gezinmeye başladım. Çekmeceleri, boş rafları incelemeye başladım. İnsan ne aradığını bilmediğinde her şey daha da karmaşıklaşıyor. Ne var ki bu cümle aklımdan henüz geçmişti ki çekmecelerin birinde bir kağıt buldum. Biri el yazısıyla şunları yazmıştı kağıda:

Kolumu tutmuş, üstümü başımı silkiyordu. Ötekilerden biri değildi. Yüzümü silerkenki bakışı vardı. İçimde bir eziklik, kudurgan bir sevgi büyüdü birden. Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Üstümü silkmişti. Pisliğin içinde işi yoktu onun. Öylesine yeğindim ki, hop desem uçacaktım; sivrisinek gibi. Şimdi kendimi öldürebilirdim.*
“Yaşanmaz”ı bulan adam...

Kağıt sararmış filan değildi, çok eskiden kalmışa benzemiyordu. Yaşanmaz'ı bulan adam yazmıştı demek bu kağıdı. Yani, bu kağıt bir intihar mektubu muydu? Besbelli öyleydi. Kim bilir kaç tane vardı bu adamlardan. Ben de Yaşanmaz'ı bulan bir diğer adamdım. Karnım acıkmıştı. Mutfağa gittim. Sepetten havanın elini alıp iç cebime koydum. Sokağa çıktım. Galiba bütün dünya bana da bir yaşama borçluydu.

*Yusuf Atılgan - Yaşanmaz

**Resim: mavimelek.com
 
;