Mutfaktaki küçük masaya dördü birden
sıkışmış, o zamanki bana göre korkutucu miktarda kahve ve sigara içiyorlardı.
Leyla Teyze'nin sesi sigaradan mı yoksa doğuştan mı bilmem kısık ve çatallıydı.
Taner Amca'nınsa tam tersine gür ve tok bir sesi vardı. Bu ikili konuşurken
annemle babamın nedenini hiçbir zaman tam olarak kestiremediğim tartışmalarına
kulak asmazdım. Hepsi bir anda konuşurdu ama ben yalnızca Taner Amca'yı
duyardım. Gece yarısı olunca beni, kardeşimi ve Leyla Teyzelerin iki oğlunu bir
odaya tıkıp uyumaya bırakmışlardı. Diğerleri uyudu, ben uyumadım. Leyla Teyze
annemle babamın tartışmalarında hep babamı haklı bulurdu. Taner Amca'ysa taraf
tutmazdı. Bu yüzden bana hep annem yalnız kalır gibi gelirdi. Coşkulu bir
tartışmanın ardından hepsi sustu. Odayı hemen çocukların uyku sesleri doldurdu.
Sonra da annemin cılız sesi...“Siz nasıl başarıyorsunuz Taner? Nasıl
katlanıyorsunuz bunca şeye?” Yine sessizlik... Ardından kibritin kutuya
sürtünmesi ve annemin sesi gibi bir alev. “Bunları biz de yaşıyoruz ama ipler
böylesine gerildiğinde mutluluk oyunu oynuyoruz.” dedi Taner Amca ve cümlesini
açıklayamadan bizim odaya gelmek zorunda kaldı. Küçük oğlu çığlık çığlığa
ağlamaya başlamıştı. Uyumadığımı gördü. Bana göz kırpıp oğluyla ilgilendi. Oğlunu
sakinleştirip kapıya yöneldiğinde dayanamadım, sordum. “Nasıl oynuyorsunuz
mutluluk oyununu Taner Amca?”. “Şimdi uyu sonra anlatırım”, dedi.
Ben uyudum ama o hiçbir zaman
anlatmadı. Onların konuşmalarından evliliğin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan
ben şimdi evliliğin tam ortasındaydım. Hala anlamaya çalışıyordum üstelik.
Sessiz ve sıkıcı, o zamanki gibi kahve-sigara-mutfak masası dostluklarının
olmadığı akşamlardan birindeydim. Emre yemeğe gelmeyeceğini söylediği için
yemek de yapmamıştım. Öylesine bir şeyler atıştırıp kanepeye uzanmış
televizyonun karşısında vakit geçiriyordum. Emre'nin nerede ve kimlerle
olduğunu merak etmiyordum diyemem ama çok da umursamıyordum. Evlilik
umursamazlığın devamlı büyüdüğü bir bahçeydi belki de. Umursamazlığın, unutkanlığın ve
alışkanlığın... Onlar devamlı büyür sen televizyonun karşısındaki kanepede
gitgide küçülürdün. Görüntünün yuvarlak bulanıklıklara dönüştüğü, uykunun
zihnime akmaya başladığı anda telefonun sesiyle ayıldım. Gelirken bir şey
alayım mı, diye soracaktı herhalde Emre. Telefonu açtım. Arayan Yavuz'du. Taner
Amca'nın küçük oğlu... “Babamı kaybettik”, dedi.
Yıllardır görüşmüyorduk Leyla
Teyzelerle. Cenazeye gitmedim. Yalnızca telefondan baş sağlığı diledim. Annem
çok kızdı. Babam pek aldırmadı. Cenazeden sonraki günlerde rüyamda sürekli
Taner Amca'yı görüyordum. Onca rüyadan yalnız bir tanesi tüm parlaklığıyla
aklımdaydı. Leyla Teyzelerin balkonundan görülen Büyük Venedik Oteli'nin
lobisindeyiz. Masada akşamki yemek için hazırlanmış tabaklar, bardaklar, çatal
bıçaklar var. Taner Amca koyu bir kahve içiyor. Ben de kuşburnuna benzer bir
çay. “Evet artık hazırız. Şimdi seni dinliyorum.”, diyorum. Taner Amca
sigarasını yakıyor. Kahvesinden bir yudum alıyor. Ben de çayımdan. “İşte sen bu
çayı içerken ben yalnızca senin bardağa değen dudaklarını, dudaklarının
arasından geçip boğazından akan sıcak kuşburnunu düşünüyorum. Ha kuşburnu ha
ben!”. “Bu kadar mı? Bu mu yani mutluluk oyunu?” diyorum hayal kırıklığıyla.
“Hayır, oyun değil bu!”, diyor “Sadece mutluluk.”
Bu rüyalar yetmiyordu. Benim gerçek bir oyuna ihtiyacım vardı. Aylarca Yavuz'un tekrar aramasını ve babam sana bir mektup bırakmış, demesini bekledim. O mektubu almaya gidecektim. Büyük Venedik Oteli'nin lobisinde parlak tabakların, bardakların, çatal ve bıçakların bir tanım gibi öylece durduğu masada mektubu okuyacaktım. İçinde, her unuttuğumda açıp bakacağım, mutluluk oyununun tarifi olacaktı. Neredeyse bir yemek tarifi gibi, içindekiler, yapılışı ve afiyet olsun. Hepsi olacaktı.
Bu rüyalar yetmiyordu. Benim gerçek bir oyuna ihtiyacım vardı. Aylarca Yavuz'un tekrar aramasını ve babam sana bir mektup bırakmış, demesini bekledim. O mektubu almaya gidecektim. Büyük Venedik Oteli'nin lobisinde parlak tabakların, bardakların, çatal ve bıçakların bir tanım gibi öylece durduğu masada mektubu okuyacaktım. İçinde, her unuttuğumda açıp bakacağım, mutluluk oyununun tarifi olacaktı. Neredeyse bir yemek tarifi gibi, içindekiler, yapılışı ve afiyet olsun. Hepsi olacaktı.
Yavuz hiç aramadı. Ben de
beklemekten vazgeçtim. Şimdi soranlara, ipler gerildiğinde mutluluk oyunu
oynuyoruz, diyorum.