28 Aralık 2010 Salı 0 yorum

Kendini Fark Eden Hikayeler


Arşivlerde yer etmeli klişesini ben de destekliyorum ve mutlaka okunmalı diyorum Murat Gülsoy'un yeni öykü kitabı Tanrı Beni Görüyor mu? için.

Aslında yeni öyküleri yok. Ama Kendini Fark Eden Hikayeleri derlediği bir kitap.

Birkaç tane alıntı da burada:

"Aklıma dizelerin geldi, evet... Ama o anda bunları söylemek o kadar abes olurdu ki. Şiir söylenemiyorsa aşktan söz edilmiyor demektir." - Şaire Mektuplar

"Hayat ağacının kökleri dolanıyor boynuma. Daha fazla sorgulamamı isterdin. Denedim. Soruların azalmasıymış yaşlanmak. Ben cevapları hiç merak etmedim ki..." - In Medias Res

"İnsan iyi bir suskunluk içinde kendini tamamen yitirebilir." - Yazı Çölü
14 Eylül 2010 Salı 0 yorum

Takma Dişler - Kısa Film

Filmi tamamladık!!! Buradan izleyebilirsiniz.

http://vimeo.com/16322122

Filmin künyesi:

yönetmen: ilke keleşoğlu
senarist: ilke keleşoğlu
yapımcı: çamur films
yürütücü yapımcı: ahmet keleşoğlu
görüntü yönetmeni: alpgiray m. uğurlu
ses: uğur savcı
yardımcı yönetmen: tufan kesen
storyboard: türkan keleşoğlu
tiyatro işık: yaşar serindağ
oyuncular: murat uysal, halil uzel, s. umut kaya, irem akçay, şeniz karaöz, cafer ilhan, atakan aktaş, özlem çolak, ümit kutbay, ahmet erdoğan, ayhan budak



İlk kısa filmim "Takma Dişler"le karşınızdayım efendim. Kadim sevdiklerim sayesinde filmi tamamlamış olmanın haklı huzurunu yaşıyorum. Şimdilik gurur yok. Gururu siz duyacaksınız. Filmin kurgusunu henüz tamamlamadık. Ama ben bir fikir vermesi açısından kısa bir teaserla sizlere bir nevi ön izleme yapıyorum. Teaserım teaser olsun mu???

22 Ağustos 2010 Pazar 11 yorum

İÇ SIKINTISI



İÇ SIKINTISI

İçim sıkılıyordu. Uzun süredir, vermek zorunda kaldığım kararların sonuçlarıyla uğraşıyordum. Daha çok onlar benimle uğraşıyorlardı, bana eziyet ediyorlardı demeliyim aslında. Çünkü bunu söylemezsem yani bu sonuçların benden üst bir varlıkmış gibi bana eziyet ettiklerini düşünüyor olduğumu dürüstçe belirtmezsem, hayatta hep üzerinde gidip geldiğim ironi çizgisinden feci bir şekilde uzaklaşmış olacağım. Kafa karıştıran şeyleri severim ama şu anda yapmak istediğim şey bu olmadığından doğrudan hikâyeme geçeceğim.

İç sıkıntımın sebebi içinde bulunduğum hayatın beni yorması, istemediğim birçok şeyi yaparken istemesem neden yapayım düşüncesi ve bir de bu sıkıntıyı yalnızca benim yaşıyor olduğuma dair saplantılı inancımdı. Üçüncü sebep bir sözcüğü tanımlarken sözcüğün kendisini kullanmak gibi amatörce dursa da şimdilik sizden bunu göz ardı etmenizi ve daha sonra bunu hatırlamak üzere hafızanızda yakın bir yerlere not etmenizi isteyeceğim.

Okuduğum okul/bölüm, yakın arkadaşlarım, belediye otobüsleri, sırt çantam ve buna benzer başkalarına beni bir çırpıda tanıtabilecek birçok şey, beni yaşadığım sıkıntının farkındalığına zorluyor ve sanki uzun tırnaklarıyla kulağımdan çeker gibi zorla bu sıkıntının kaynağına doğru sürüklüyordu. Buna müthiş bir zıtlıkla ve başarıyla kendini hissettiren başka mevzuysa modern insanın hayatına denk düşen hemen her şeyin adım adım benim hayatımda da yer ettiği gerçeğiydi. Üniversite bitecek, iş sahibi olacaktım. Bir müddet para biriktirecek ve evlenecektim. Çocuk sahibi olmadan önce belki bir müddet daha para biriktirecek, yıllık izinlerimi hepsi dâhil otellerde renk ve ses gürültüsü içinde daha da yorularak harcayacak ve kaldığım yerden ömürlük yorgunluğuma devam edecektim. Çocuğum olduktan sonrasını kelimeye dökemeyecek kadar korkmuş ve şaşkın olduğum için bu, tornavida nasıl yapılır türü belgesele bir son veriyorum.

Bir süre bu garip olduğunu zannettiğim ama birçoğunuz için son derece sıradan olan analizlerle meşgul oldum. Bu analizlerden ne zaman vazgeçtiğimi hiç hatırlayamıyorum. Sıkıntıma bir çözüm bulmuş gibiydim. Sanatsal aktivitelere zaman ayırmaya başlamış, geçici huzurumun tadını çıkarıyordum. Sinema, edebiyat, felsefe, sosyoloji ve psikoloji üzerine aldığım seçmeli derslerle vakit geçiriyor ben de aktif olarak bu alanlardan birinde rol almalıyım diye düşünüyordum. Böyle anlarda iç sıkıntımdan eser kalmıyordu. Yani sanatsal anlamda zaten benliğimde ya da genlerimde var olan pasif yeteneklerimi aktivasyona geçirecek olmanın telaşına ve hevesine kapılıyordum. Doğal olarak içim sıkılmıyordu. Bu bir tür kutuplaşma meselesi bence. Heves ve sıkıntı ters kutuplar gibi davranıyor.

Amatörlük seviyesinden bir adım yukarı çıkamadan birtakım yeteneklerimi konuşturmaya başlamıştım. Öyküler, senaryolar yazıyor, film setlerinde görev alıyordum. Huzur beni bu sularda buluyor gibi bir durumum vardı. Ancak zaman zaman olduğu gibi yine ironi çizgimden kaydığımı sevgili hayatım bana inceden hissettirmeye başlamıştı. Kötü şeyler olmuyordu. Bu da iyiye işaret değildi. Geç kalmış küçük kötü şeylerin yerini koskocaman büyük bir kötü şeyin alacağı düşüncesi huzurumu bozmaya başlamıştı. Bir gariplik vardı. Ve bu seferki öncekiler gibi sıradan bir gariplik değildi. Bu seferki maddesel tatminsizlikten öte bir şeydi. Böylesine mahrem, böylesine beş duyuyla algılanmaktan kilometrelerce uzak bir durumu nasıl anlatsam bilemiyorum. Sanki ruhumda bir türlü doyuramadığım yüzlerce kurabiye canavarı vardı ve ben her tarafı kakaoya bulanmış önlüğümle fırına durmadan yeni tepsiler sürüyordum. Okudukça, izledikçe, dinledikçe içimdeki boşluk bir çeşit bulantı hissine dönüşüyordu. Gözlük numaramdaki akıl almaz düşüş hayatın beni kulağımdan cazgırca çekiştirdiği günleri hatırlatarak canımı acıtmış, bilerek toza dumana buladığım şeyleri saldırgan bir berraklıkla gözlerimin önüne sermişti. Bu kez çaresiz kaldığımı kendime itiraf etmeliydim. Geceleri bildiğim birkaç önemli sureyi ve duayı okumayı bırakalı temizinden üç yıl olmuştu. Tanrıdan bu denli uzaktayken birilerinden, bir şeylerden yardım beklemek gülünç olurdu. Çok fazla zaman kaybetmeden, her şey dâhil otellerin fiyatlarına bir göz atmalıydım.

Oteldeki bir haftamı, havuzdan ve bardan gelen gürültü cümbüşüne aldırmadan, her şey hariç, yalnızca Sartre’ın Bulantı’sı ve Camus’nün Yabancı’sından aldığım notları tekrar tekrar okuyarak geçirmiştim. Varoluşçuluk… Şaşılacak şeydi. Kitapları ilk okuduğumda beni bu kadar cezbetmeyen bu felsefi akım, bir haftada her yanımı kuşatmıştı. Bütün tanımlara tıpatıp uyuyordum. Şu ana kadar size kendimden başka hiç kimseden bahsetmeyişim düpedüz bireyselcilikten yana olduğumu söylemiyor mu? Huzursuzluğun bulantıya dönüşümü? Verdiğim kararları, vermek zorunda oluşum şeklinde tanımlamam? Unuttuğum sureler ve dualar? Hepsi benim su götürmez bir varoluşçu olduğumu kanıtlıyordu. Bütün vücudumu asla iflah olmayacağına inandığım bir korku sarmıştı. İç sıkıntısı geri gelmişti. Korku her şeyi başa sarmış hafızam çamaşır suyuyla yıkanmışçasına silikleşmişti. Tek istediğim varlığımı Türk varlığına armağan ettiğim ilkokul günlerime geri dönmekti.

İşte iç sıkıntım kendi kendini tanımlamaya çalışan bir sözcük gibiydi. Bir yandan çabasının boşa olduğuna inanıp umutlanıyor bir yandan da evrenin anlamsızlığı ve saçmalığından doğan kuralsızlığı hatırlayıp düşmanımın gücünün ayırtına varıyordum. Bu yeni gelgitlerim beni bir süre böyle rahatsız etti. Ancak bir gün internette gezinirken, daha önce kodladığım bir bilgiyi hafızam bayram misafirine şeker uzatırcasına bir kibarlıkla buyur etti. İç sıkıntısı var olmanın getireceği sonsuz hafifliği hak etmem için yaşamak zorunda olduğum bir formaliteydi. O kadar da korkulacak bir şey yoktu. Hatta bu sıkıntıyı bunca zaman gururla yaşadığım için kendimi iyi hissetmeliydim. Neredeyse mutlu olmalıydım diyeceğim ve ironi çizgimle tekrar buluşacağız.

Bundan sonraki günler sıkıntımı kendimi topluluklardan, arkadaşlardan ve kurallardan uzak tutmaya çalışarak yaşadım. Otobüslerde yaşlı teyzelere yer vermek zorunda olmayışım ulaşım sorunlarımı bir hayli çözmüş gibiydi. Sadece yeni bir utanç duygusu gelişmişti bende. Daha önceki yaşantımda katıksız bir aptal oluşum her geçen gün beni daha da utandırıyordu. Şimdiki gururlu halim daha önceki pısırık halimi bir bulsa bir kaşık suda boğardı. Öyle gururluydum ki hop desem uçacaktım. Benden daha üst bir varlık, kararların işkenceci sonuçları filan tarihe karışmıştı. İç sıkıntım yalın ve temiz haliyle gururumu besliyor iç seslerimi kuvvetlendiriyordu. “Sen tam bir varoluşçusun!” İç seslerimi de iç sıkıntımı da çok seviyordum. Sevgi konusunda nasıl davranacağıma henüz karar vermesem de biliyordum. Sıkıntımı seviyordum. Elbette sevgi bana her şeyi unutturacak güçte bir duygu değildi. Benliğimi kontrolsüzce sarmasına asla izin vermezdim. Ne yapıp edip sıkıntımla aramdaki mesafeyi korudum.

Bir yıla yakın bir süre bu sağlam kararlılıkla yaşadım. Her şeyi reddederek varoluşçuluğu kabul ettim. Artık fal baktırmıyordum örneğin. Astroloji, burçlar, tarot falları… Hepsi saçmalığın daniskasıydı. Ben var olmamışken doğduğum gün, hakkımda hangi cüretle yargıda bulunabilirdi? Buna benzer bir sürü saçmalıktan tamamıyla vazgeçtim. Rafine bir özlük duygusuna kapılmış gidiyordum. Okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim benle aynı eksende duruyordu. Hep beraber sıkılıyorduk. Ama biliyorduk ki bu, gelişmenin habercisiydi.

Bir gün beklenmedik bir şekilde bu sürecin bir yıl olduğuna karar veren olay gerçekleşti. İç sıkıntımla yapışık ikizler gibiyken öyle bir şey oldu ki bizi birbirimizden ayırmayı başardı. Bunun olacağı sizin de aklınıza gelmezdi biliyorum. Benim anlata anlata bitiremediğim şu meşhur iç sıkıntım nasıl olacaktı da beni terk edip gidecekti? Sartre ne olacaktı? Ya Camus? Camus bir varoluşçu olmayı reddetti ama hepimiz onun da kafasının biraz karışık olduğunu bilmiyor muyduk? İç sıkıntısı biz gururlarını tek başına yaşayanların kaderi değil miydi? Nasıl oldu da ben birdenbire bu kaderden sapabildim?

Katıksız bir aptal olduğumu söylemiş miydim? Yermekten tarumar ettiğim saçmalıkları sıralarken nasıl da geriniyordum değil mi? Şimdi basitçe kanıma işleyen bir aşk yüzünden tek yoldaşım iç sıkıntımı kaybettim. Evet, âşık oldum. Kurabiye canavarları yerlerini her yerde söylendiği gibi kelebeklere bıraktı. Felsefi akımlar vız geldi. Gurur perdesi yerle yeksan oldu. Aşk konusuna daha önceden çalışsam fena olmayacaktı. Tamamen hazırlıksız yakalandım. Şimdi öncekiler sonrakiler, yasaklar kurallar birbirine girdi. Ne yapacağımı kestiremiyorum. Bu şekilde yaşayıp gideceğim gibi duruyor. Ama hayatım bana hatırlatmıştı. Koskocaman bir kötü şey olacaktı. Besbelliydi. Neyse kelimesine gittikçe ısınmaya başladım. Neyse, en azından ironi çizgimin tam üstündeyim. Aşkım ve ben yani. İkimiz çizginin üstündeyiz. Hop desek düşeceğiz.


11 Temmuz 2010 Pazar 0 yorum

All of the Plans Are Meaningless

Amerikan Rüyası diye bir şey var mı? Gelecek hakkındaki planlar en azından birer anlam taşır mı? Hepimiz eninde sonunda birer varoluşçu muyuz? Belki henüz bunun farkında değiliz. Max ve Francis de değildi. Ama er ya da geç anladılar. Kabul edelim. Hayatlarımız anlamsızlık çukurunun derinliklerinde öylece duruyor. Kabul edelim ki elimizden hiçbir şey gelmeyecek!
Ah bir de unutmadan:
Max Millan: The god damn crows are scared.
Lion: No, crows are laughin'.
Max Millan: Nah, that's bullshit...
Lion: That's right, the crows are laughin'. Look, the farmer puts out a scarecrow, right, with a funny hat on it, got a funny face. The crows fly by, they see that, it strikes 'em funny, makes 'em laugh.
Scarecrow is one of the road movies that contain most elements of this genre. With two male characters, Max and Francis, it seems more like a buddy film. Similar to other buddy films, the two main characters of the film have opposite personalities and different sights of life. At the same time, they are complementary for each other. However, beside all of these obvious things, the film suggests that their lives are completely pointless. The characters don’t realize this in the movie at first but throughout the film they gradually find out some clues that points to the meaningless of their lives.
Max’s character is more pessimistic. He is more aggressive and because of this feature he was in prison. He’d like to fight in order to solve problems in his daily life. He never trust people and has no friends. He only has a plan for his own business and in order to keep this plan alive he tries every single way. He is on the road because he saved his money in a bank, in Pittsburgh and wants to get the whole money to found a car wash job. He doesn’t have children or wife, in other words he has no family which depends on him. On the other hand, Francis is just opposite of Max. He is optimistic and very funny person in comparison with Max. He believes in making people laugh and this is like his religion. He has a son and wife but he does not have a regular family relationships. He leaved them from their home five years ago, and his only purpose is to send them his all money. The reason why he is on the road is to give a present to his child back home. Max’s and Francis’ opposite characters also are obvious in their physical appearance. Max is a very big and tall man whereas Francis is short and skinny.
Those first impressions are very important for us because we start to see them in their characters and try to understand them in these measurements. While their journey, we see them trying to teach each other their own philosophy of life. In the hotel scene, Francis tries to convince Max that scarecrows do not make crows scared but make them laugh. According to Francis scarecrows have funny faces and hats then these make crows laugh. However, Max sees this picture from the other side. Max thinks that they are just scary for crows. This is one of the most important scenes in the film because it says a lot. We believe in Francis and see the changing of Max’s character on this way throughout the movie. Max believes in Francis too, but he recognizes this at near the end of the movie.
When they get in jail, Francis experienced an important situation that makes him believe in Max’s sight of world. He -probably- got raped and beaten. This experience tears apart him from his religion, making people laugh. After they get out of the prison, in the bar scene, when Max is about to fight, Francis gets mad at him and shows his anger. Max suddenly realizes that the only person he trusts is trying to keep him safe by being angry. Max starts to make laugh all people in the bar, plays a show. In this scene one of turning points comes true. Camera makes a close-up to Francis and we see him not laughing. This scene is remarkable because we see both Max and Francis changed. Making people laugh is no more funny for Francis but Max has some hopes now.
At the end of the film, when Francis hears very bad news from his ex-wife and he loses everything he had. First he lost the ability to make people funny and now he loses his child which is the last straw. He gives it another shot to make children on the public square. But he can’t make it. At this point, he realizes that his life is pointless. After Max takes him to the hospital, Max also realizes that he has nobody but Francis. Max is now ready to spend his all money which is his all life, without thinking. All of his money that he saved for car wash job now seems meaningless and insignificant for him. From now on, Max has no plan for planning his life and has nobody to keep his life meaningful.
2 yorum

Silence of God

Theo Angelopoulos'un "Silence" üçlemesinin son filmi olan Landscape in the Mist için Tanrı metaforu üzerinden yaptığım okuma:

*Metnin ingilizce olmasının sebebi "Avrupa Sineması" dersimin ödevi olmasından kaynaklanıyor.


Silence of God

Landscape in the Mist is the last film of Theo Angelopoulos’s “Trilogy of silence”. The film is about a story of two children who start a journey to find their father. In fact, even from this sentence, we easily recognize the figure of the father is the primary metaphor for the entity of God. There are several figures that remind us and the characters that God’s in silence. He only reminds himself but never intervenes the events that the children struggle with.



One of the figures, and the most obvious one, is the tree. The tree appears at the end of the film. Orestes, the actor who helps the children, finds an empty film strip on the floor in one of the scenes. He says that he saw a tree on the strip and he tries to show it to the children. But they can’t see the tree. Actually, this is the first appearance of God in the film. This tree figure reminds us the “Tree of Life”. Tree of Life is the metaphor for the livelihood of the spirit, in mythology. It means eternity in most mythologies and it is the way to God. “If you find the Tree of Life, you find the God.” In this scene, children can’t see the tree because they have some more jobs to do and some more distances to cover. Therefore this is not the right time to find the father.



Another figure that represents the metaphor of God is the giant hand sculpture. God reminds himself again by appearing from the sea which is the ultimate mother of the mankind in mythology. The first finger of the sculpture is torn apart. The first finger points something and gives orders and directions. This sculpture makes the children desperate because he says that he couldn’t give the directions. Therefore they have to find out their directions and the right way. In this scene, sculpture is removed from them to the sky by the helicopter of the army. This scene basically shows how miserable the human in the new world that is governed by the state and the technology which is projected to us as a monster in the whole film. Angelopoulos brings back that new world which is governed by this monster technology in the scene that a man with a car trails along a horse in the street. The children watch the horse dying. And this is another figure that destroys our hopes about the God’s power on human beings. The horse is the figure of the holly power of God. In the primitive ages, the horse is the symbol of power. However in the new world human with the power of the technology kills the horse, the power of God. Therefore we completely believe that God’s in silence now.

One of the most tangible figures is the third character, Orestes that represents the silence of God. Orestes is an actor in a theatre group. He is also despised by the new world just like another artist, violinist, in the film. Orestes is a mentor to the children on their journey to find their father. Again in mythology, Agamemnon’s and Klytemnestra’s son Orestes kills his mother because she had an affair with someone. Klytemnestra also killed her husband Agamemnon. I believe that the name of the character is not a coincidence in the film because Orestes loves his father and he is the one who guides the children which loves their father more than their mother. However, his guidance is not forever because he is one of the losers of the new world and God again does not solve this problem for the children because he is in silence for them.

In the first part of the film, we listen to some monologues as the letters that are supposed to be sent to their father but never be sent. We know that their father doesn’t even exist. But Angelopoulos surprises us at the end of the film. He shows the tree of life from the mist and says that the children actually find their ultimate father and their letters are sent now.
10 Haziran 2010 Perşembe 1 yorum

Algının Önceliği

MAURICE MERLEAU-PONTY 'nin ALGININ ÖNCELİĞİ'nden aldığım bazı notlar:


- Yanılsama, nesnesiz bir görüntü mü yoksa yalnızca inancın giderek azalmasıyla güçlenen bir tavır mı?

- Yansıtma evresi, bu zorbaca etkinliğin içerisinde dahi bir dünya ya da daha çok dışsal şeylerin bir yığınıdır. Ve bizler bu dışsallığın oluşumuna tanıklık etmemişizdir.

- Hastanın bilincini çözümlemek için yapılması gereken deneyler kuşkusuz normal bir algı psikolojisini yönlendiren fikirlerce telkin edilmiş olacaklardır.

- En tutarlı filozoflara göre bile, mekansallık ve genel olarak 'anlam' bilincin içinde ikincil olup sonradan edinilmiştir.

- Alanın bir parçasının ayrılıp ayırt edilmesini sağlayan şey, geleneksel psikolojiye göre geçmiş deneyimlerin anısıdır, bilgidir.

- Daha yakın bir nesne üzerinden başka bir nesnenin saydamlıkla görüldüğü bir durumda, çevre alanının rengini değiştirerek derinlik görüşünü istediğimiz gibi oluşturabilir ya da ortadan kaldırabiliriz.

- Bütün psikolojilerin ortak tavrı: şeyler dünyası ile içkin bir bilinç arasında ayrım yapmak.

- Madde formuyla yüklüdür. ("La matiére est prégnante de sa forme.")

- Retina üzerinde şekillenen şey yoluyla gördüğümüzden hareket ederek yargıda bulunmamız ve derinlemesine dizili olan noktaların tek bir plan üzerine yansımalarından dolayı öznenin derinliği yeniden inşa ettiği, onu görmediğini varsaymak gerekiyordu.

- Nesnelleştirme yönünde bir ilerlemenin olmasına ve düşüncenin her zaman bir andan daha uzun bir süre geçerli olmasına karşın apaçıklık hiçbir zaman zorunlu (apodiktik) olmadığı gibi, düşünce de hiçbir zaman zamandışı değildir.

- Kendimizin bilinci dahil her bilinç algısal bilinçtir.
20 Mayıs 2010 Perşembe 1 yorum

I'd rather dance with you

Bugün ve önceki-sonraki bazı günler sadece "I'd rather dance with you" günüdür!




Çoğu zaman, gün içinde onlarca insandan nefret ettiğimi hissediyorum. İnsanları çok sevmediğimi beni biraz tanıyanlar bilirler. Bazı nefret etmeleri kolay atlatamıyorum. Ama artık yeni bir çözümüm var. Bu krizlere son vermek adına, roman kızının göbek atması misali, bu şarkıyı dinleyip bütün nefret ettiklerimle uyumsuz hareketlerle dans ettiğimi hayal ediyorum. Bir anda nefret ettiklerim görüntüden kayboluyorlar. Yalnızca ben absürd dansımla beraber pistte kalıyorum. Bir süre daha dans edip sevdiklerimi çağırıyorum piste. Ve artık beraber saçmalıyoruz.
Getting to the swing
Getting to the swing

http://fizy.com/#s/105ncq

i'd rather dance with you
than talk with you,
so why don't we just move into the other room.
there's space for us to shake,
and 'hey, i like this tune'.

even if i could hear what you said,
i doubt my reply would be interesting
for you to hear.
because i haven't read a single book all year,
and the only film i saw,
i didn't like it at all.

i'd rather dance than talk with you.
i'd rather dance than talk with you.
i'd rather dance than talk with you.

the music's too loud
and the noise from the crowd
increases the chance of misinterpretation.
so let your hips do the talking.
i'll make you laugh by acting like the guy who sings,
and you'll make me smile by really getting into the swing.
getting into the swing.
getting into the swing.
getting into the swing.
getting into the swing.
getting into the swing.
getting into the swing.
getting into the swing.

i'd rather dance than talk with you.
i'd rather dance than talk with you.
i'd rather dance than talk with you.
i'd rather dance than talk with you.

i'd rather dance than talk with you.
i'd rather dance than talk with you.
12 Mayıs 2010 Çarşamba 1 yorum

en güzel aşk şiirleri...

BİTMEYEN

Ve ağzım ağzını öptü ise
Çünkü için sözle doludur
Elim eline değdi ise
Çünkü elin yaratılmış işler doğurur
Gözlerine baktım ise
Ki bakmışımdır
Onlar bir denizi sezme derinliğindedir
Ve saçlarına
Ve boynuna
Ve omuzlarına
Baktım ise
Ki bakmışımdır
Onlar bir kuşun uçuşunu
Sezme derinliğindedir

Ey sözlerim benim
Onlar ki bana her zaman
Bir diriliş verenedir

Meselim bitmeyendedir.

Edip Cansever


Kimsede Görmediğim

Kimsede görmediğim bir şiir
yüzü al ve akşamı aşıyor
Eski bir tanrı gibi kendi dininde
Uzun süren bir dönemi düşlüyor olmalı
İçindeki bir içkinin sıcaklığında
Suskunluğu bir başkaldırı olmalı
Elleri ayakları sinemalara bulaşmış
Romanlara bulaşmış
Genel helalara bulaşmış
Dağları iyi bilmediğinden
Denizleri anımsamış olmalı
Gözleri o yüzden çırpıntılı

Kara başlıklı geçmiş,
Sonsuz gelecek
Şimdi burda vakit gece ya
Bir yerlerde ey gözleri maden
Gündüz olmalı
Taşın içinde bir gündüz
Demirin, ağacın.

Turgut Uyar
0 yorum

dikenli haiku...

bak, ateşbocekleri,
demek isterdim..
ama tek başımayım.

taigi
5 Mayıs 2010 Çarşamba 3 yorum

Kısa Kısa Notlar...

"Kısa Film Yazmak" kitabından:
Katalizör
Bir kişinin başına beklenmedik bir olay gelir. Kişi nasıl tepki verir? Dğeişmeye çalışarak mücadele mi eder, yoksa kaçmayı mı dener? Yoksa önce mücadele eder sonra kaçmaya mı karar verir ya da tam tersini mi yapar? Tümüyle bu ruhsal durum, karakterin davranışında nasıl kendini gösterir? İzleyicinin ne olup bittiğini anlayabilmesi için bu bilgiler önemlidir. [Pat Cooper - Ken Dancyger]

"Sırça Köşk"ten:
Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunuz sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter. [Sabahattin Ali]

Nuri Bilge Ceylan'ın "Köprüdekiler" filmi hakkındaki yorumu:
Zarif ve çok katlı bir kararlılığa sahip bir biçim ile buyurgan olmayan bir çözümlemeyi biraraya getirebilmiş ender bir film. Tuhaf bir şekilde sahici ve spontane ama aynı zamanda her şeyin kıvrak bir zeka tarafından bütünüyle kontrol altında olduğunu hissettiren detaylar...

Tanpınar'dan:
Dostum, işler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder. Biz de bunu icat ettik.

Edip Cansever, vazgeçemediklerim:
"Gölgen yok senin, ayak izlerin yok
Neden mi, acılar barınmamış ki sende
Mutluluk yok, mutsuzluk yok"

Ben Ruhi Bey Nasılım:

"Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
Bu kımıltısız gövde
Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi.
...
Ama var mıydı sanki görülmeyi isteyen"

"Nerdeyim
Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
Para bozduranların az çok bildiği
Adres soranların gene bildiği
Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
Amansız bir güceniğim"

"Gözlerim, gözlerim benim
Denizi ilk defa gören bir çocuğun
Birdenbire yaşlanması neyse."

"Tuhaf bir su içmişim de sanki içim görünüyor"

"O kadar ilginçtir ki yüzü, ayakları bilmem var mıdır
...
Gülmesi hüznüne
Konuşması susmasına batar."

"Çünkü insan yalnızken katettiği yollardan
Ne zaman geri dönse yeni bir haber getirir."

Rilke'den:
Kim olduğumu ne bilirlerdi
Korkunç zordu beni sevmek; ve ben,
Buna yalnız biri'nin gücü yeteceğini
Seziyordum. ama, o, biri, istemiyordu henüz.

Shakespeare:
Ben şimdiye kadar, yürek acısına kulaktan şifa verildiğini duymadım.

Holden Caulfield:

"The goddam movies. They can ruin you. I'm not kidding."

"The reason I did was because she knew quite a lot about the theater and plays and literature and all that stuff. If somebody knows quite a lot about those things, it takes you quite a while to find out whether they're really stupid or not."
0 yorum

NOTOS'TAN SEÇMELER


"Bir kitabı okumak, başka bir kitabı okumamaktır." Bilge Karasu

"Mesele ne yazarsa yazsın, yazarın koşullanmış olmasıdır. Sorun budur." Faruk Duman

Yazarlardan, yazmak üzerine:

"Dua etmek işe yarayabilir. Ya da başka bir şey okumak. Ya da yazdığınızın tamamlanmış ve kitap olarak basılmış biçimini gözlerinizin önüne getirmek." Margaret Atwood

"En sevdiğiniz yazarın fotoğrafını, özellikle bu yazar intihar etmiş ünlü bir yazarsa, çalışma masanıza koymayın."
"Kendinize iyi davranın. Sayfaları olabildiğince hızlı doldurun; çift satır aralıklı yazın. Her yeni sayfayı kazanılmış bir zafer gibi düşünün."
"Arada bir şeytana uyun. Mutfağı silin, çamaşırları yıkayıp asın. Bu da bir araştırmadır ne de olsa."
"Düşünceleriniz değiştirin. Çoğu zaman iyi düşünceler daha iyileri tarafından katledilir." Roddy Doyle

"Ölmekte olduğunuzu düşünün. Umarsız bir hastalığa yakalanmış olsaydınız bu kitabı tamamlar mıydınız?" Anne Erright

"Yapamadığınıza karşı nefret duymayın."
"Yandaşlardan, gruplardan, takımlardan sakının. Çevrenizde bir kalabalık olması sizi daha iyi bir yazar yapmayacaktır."
"İnternetle bağlantısı olmayan bir bilgisayarda çalışın."
"Ödülleri başarıyla karıştırmayın."
"Hangi yolla olursa olsun doğruyu söyleyin ama muhakkak söyleyin. Hiçbir zaman tatmin olamamanın vereceği ve yaşamınız boyunca sürecek üzüntüyü kabullenin." Zadie Smith
25 Nisan 2010 Pazar 4 yorum

Bunun Filmi Çekilmeyecek!



Uzun süredir yazmak, çekmek hakkında kitaplar okudum. Dergiler okudum. Röportajlar okudum. Bloglar okudum. Filmler izledim gözlemlemek için, kamera arkaları izledim. Zannediyorum ki bu yüzdendir uzun süredir gerçekten içimden gelerek bir şeyler yazmadım. Kısa film senaryoları yazdım. Çekemedim. İçime sinenler oldu, sinmeyenler oldu. Sinmeyenleri sildim. Hayatım da içime sinenler ve sinmeyenler olarak ikiye ayrıldı bu dönemde. Aynı şekilde hayatımdaki içime sinmeyenleri sildim. Sonra içime sinenler pek bir azmış, bunu fark ettim. Ama bana bu kadarı da yetti.

Çok uzun süredir hep aynı şarkıları dinliyorum. Her seferinde başka bir şey hissedebiliyorsam devam ediyorum aynı şarkıları dinlemeye. İyi geldiğini söyleyemem. Kötü de gelmiyor. Kafamda bin bir türlü şey var. Eskisiyle karşılaştırınca öyle çok ve çeşitli konuları düşünüyorum ki! Zannediyorum ki bu yüzdendir de uzun süredir kafam çok karışık. Tembellik, çok uyumak, çok yemek yemek hayatımda önde gidenler olmaya başladı. Bilgisayarın başından kalkamıyorum artık. Çünkü bilgisayarımın karşısındaki sandalyemden başka oturabileceğim herhangi bir koltuğum yok burada. Ya yatağıma yatıyorum, ya da bu sandalyeye oturuyorum. Kilo aldım. Bu konuda bir sorunum yok ama.

Uzun süredir etrafımda ya benden küçükler ya da benden büyükler var. Benim gibiler de var. Ama onlar da ya kendinden küçük ya da kendinden büyük gibi davranıyorlar. Okuduğum okulda, büyük çoğunluk çok zengin. Bayağı zengin. Ben diğerleri oluyorum okulumda. Paralarını benim hiç harcamayacağım şeylere harcıyor çoğu okulumdakilerin. Ama onları nasıl eleştirebilirim ki! Derslerine çalışıyorlar, geçiyorlar sınavlarını. Paralarını neye harcadıklarının ne önemi var? Ben de öyle zengin olsam ben belki film filan çekerdim. Kamera, Mercek, Kitap, Dvd vs. alırdım. Ama çok büyük ihtimalle onların beni eleştirmeye hakkı olurdu. Çünkü ben derslerime düzenli çalışmıyor ve sınavlarımı geçemiyor olurdum onlar gibi. İşte bu yüzden, yani alan da satan da memnun olduğundan ben diğerleriyim.

Yaşımdan büyük hissediyorum çok uzun süredir. Yani yaklaşık yirmi iki yıldır yaşımdan büyük hissediyorum. Lisedeyken yazılarımın-iç dökmelerimin- birinde kendimi kırk yaşında gibi hissediyorum demişim. Şimdi o kadar değil. Şimdi kırktan daha genç yirmi ikiden daha yaşlı hissediyorum. Bu tarz yaş yanılsamalarının da büyük saçmalık olduğunu biliyorum. Sartre'ın dediğini göz ardı edemediğimden. Benim yaşım aslında en çok etrafımdaki diğer insanları ilgilendiriyor. Ben hiç kendime kaç yaşında olduğumu sormam örneğin. Başkaları sorar. İşte bu yüzden insanın başkalarıyla ilişkisine saçmalık diyor Sartre. Ben de büyük saçmalık diyorum.

Çok uzun süredir değil ama bir süredir keşke kemanı bırakmasaydım diyorum. Devam etseydim belki şarkılara filmler yazıyor olurdum şimdi. Nesnelere, varlıklara değil. Hiçbirini benim icat etmediğim şeylere değil. Sanatın esin kaynağının bir başka sanat olduğu düşüncesi var bu sıralar kafamda. Eskiden yalnızca gerçekliğin buna yeteceğini sanırdım. Artık bu düşüncenin çok uzağındayım.

Saçımı kestirdim bir süre önce. Oldukça kısa kestirdim. Bulunduğum mekanlarda saçı benden uzun olan erkekleri sayma alışkanlığı edindim böylece. Neye yarar bu alışkanlık bilmiyorum. Zaten yavaş yavaş faydacılıktan da vazgeçmem gerektiğini hissediyorum. Her okuduğum, dinlediğim, izlediğim bana bir şey öğretecek, bir faydası dokunacak diye bir şey yok ya!

Uzun süredir kod yazmadım. Bir sürü programlama dersi gördüm ama hiç kod yazmadım. Belki kopyalayıp yapıştırdım ama hiç kendim yazmadım. Şimdilik buna ihtiyacım olmadığını biliyorum. Sonra, ileride nefesim kokunca açlıktan, yazarım belki...

Profesyonellerin, amatörlerin ve kendini profesyonel ya da amatör sananların filmlerini izledim. Büyük çoğunluğunu beğenmedim. Belki bu bahsettiğim kişilerden bir başkası da benim filmimden bu şekilde bahsediyordur online ya da yüz yüze sohbetlerden birinde. Yok yok! Pek zannetmiyorum. Ego, başkaları olmasaydı gerçekten varlığını hissettirebilir miydi diye de düşünüyorum karışık beynimin bir yerlerinde. Evet, son zamanlarda fazla varoluşçuyum ama bazen varlığımı reddetmiyor da değilim.

Çok uzun süredir kimseyi bir şeylere ikna etmedim. Edemedim diyelim. Çoğunun aklında 'bu sefer de başaramayacağını nereden bileyim' sorusu olduğunu biliyorum. Bizzat "bunun garantisini nasıl vereceksin?" sorusuyla da karşı karşıya geldim. Böyle soruları duyunca başkalarının da beni yirmi iki yaşından büyük zannettiğini zannediyorum. Hayatta neyin garantisi var ki? Her şeyin nasıl garantisi olur hayatta? Olsaydı inanç diye bir kavrama gerek kalır mıydı? Aslında çok uzun süredir kimseyi ikna edemedim derken inandıramadım demek istiyordum. İlk anda ağır geldi sanırım.

Uzun süredir bir dergide öyküm yayımlanmadı. En azından Notos'u bedava okuyordum bu sayede ama artık ona da bir sürü para bayılıyorum. Belki yazsam bir şeyler, yine çıkar bir yerlerde. Bilemiyorum.

Biraz hevesim olsa yeni haberlerim vardı size. Murat Gülsoy, bir öyküsünü senaryolaştırma isteğimi kabul etti. Mithat Alam film merkezi bir kısa film projeme ekipman desteği vereceğini bildirdi. Ama söylemek istemiyorum bunları. Sanırım sizi inandırmaya çalışmak çok yordu beni.

Uzun süredir çok az konuştum. Bazı günlerim, yalnızca dolmuş şoförüne para uzatırken, "bir üniversite alır mısınız?" demekle geçti. Az konuşunca insanlar için daha da diğerlerinden olmuş olabilirim okulda, yurtta filan. Ama bu sadece samimiyetsiz davranmak istemediğim içindi. En azından bu yazımı okuyan olursa onlar belki bunu daha iyi anlayacak. İnsanlar hocanın tahtaya yazdıklarını telefonlarının çözünürlükleri güzel kameralarıyla kaydederken ben harıl harıl yazdığım için olsa gerek, muhabbet etmeye pek vaktim olmadı.

Alpgiray'la uzun film çekme girişimimizde de böyle oldu aslında. Soğuk ve hastalıkla baş ederken, yalnızca işe güce odaklandım. Sohbet yine ikinci planda kaldı. Ama bu konuda dürüst davranacağım, samimi olmak adına, ben gerçekten birçoğuyla sohbet ederken çok sıkılıyorum. Bu kimsenin değil benim eksikliğim. Alpgiray haklı. Benim grafiğimde eğimler, daha doğrusu eğilmeler ve bükülmeler yok. Bir şey komik gelmiyorsa gülmüyorum. Bir cümle soru işaretiyle bitmiyorsa devamında ben de cevap niteliğinde konuşmuyorum. Sorsaydınız söylerdim. Ama zaten kimsenin söyleyeceklerimi merak ettiğini de zannetmiyorum. İşte tam da bu yüzden, en çok yapmak istediğim şeylerden biri olan, öykü kitabı çıkarmak hayalimden vazgeçtim.

Geçen NtvBilim dergisinde okuduğum bir yazıya göre, insanlar internette uzun yazıları okumuyorlarmış. En kısasını bulmak niyetindeymiş herkes. Bu yüzden daha fazla uzatmak istemiyorum. Artık okuyun diye! Her kitabın filmi çekilmediği gibi bu yazının da bir filmi çekilmeyecek. Siz de kısa yoldan öğrenemeyeceksiniz söylemek istediklerimi. O yüzden okuyun.
30 Mart 2010 Salı 6 yorum

Reha Erdem Sineması : Aşk ve İsyan


İnsana ilham veren ve bir o kadar da cahil cesaretini soğuran bir sineması var Reha Erdem'in.Kitaptan aldığım notları paylaşmak istiyorum.

Sayfa-9) Gerçeklikten kastettiğimiz ise Oscar Wilde'ın deyimiyle bir "sanatsal yöntem"den ibarettir. Wilde edebiyatta gerçekçiliği "bir yaratıcı aracın yerine bir taklitçi aracın konması" olarak yorumlamış, sanatın hayatı kopyalamak yerine yeniden yaratması gerektiğini savunmuştu.

10) Sinemada hayatı sanatsal bir yönteme dönüştürmenin en temel aracı dekupajdır, yani "ortada iki planın birbirine yapıştırılmasından başka bir şey yokken bizi bir olayın gerçekliğine inandırmak isteyen natüralist montajdır."

10) Andre Bazin'e göre natüralist montaj, seyircinin bu "safça inancını" sömürerek, "gerçek'in çok anlamlılığının ırzına geçer, ona zorla tek yanlı bir nedensellik zerk eder."

20) Rus biçimcilerine göre sanat insanın oluşturduğu bir şeydir ve sinema yaşama ne kadar benzerse sanat olma niteliğinden de o kadar uzaklaşır.

21) Murch'ün kastettiği ise, eğer bir filmin kurgu aşamasında eldeki malzemenin yetersizliği veya hataları nedeniyle belli birtakım seçimler yapmak zorunluluğu varsa, bu kurallardan hangisine uyulmasının daha önemli olduğunu ortaya koymak.

25) Rüyaların yapısı itibarıla gündelik hayatta karşımıza çıkan görüntülerin sinemadaki kesmelere benzer bir şekilde birbirleriyle kesiştiklerini söyler. Murch'e göre sinemadaki kesmeleri rahatça kabul ettirmenin önemli bir sebebi rüyalarımızdaki görüntülerin arka arkaya gelişlerine benzemeleridir.

25) ...düşsel, yapıntısal, oyuncaklı, kesintili, bütünlük duygusunu baltalayan, seyirciyi hayal kurmaya davet eden bir film evreni...

33) Reha Erdem'in tüm filmlerinde genel olarak ebeveynlere ama özel olarak babaerkil otoriteye karşı duyulan derin bir öfke ve isyan vardır.

34) Korkuyorum Anne'deki sıçramalı kurgu: Ali denize girer. Deniz Jung terminlojisinde kolektif bilinçaltının yaratıcısı konumundadır, aynı zamanda "evrensel anne"nin de arketipidir.

35) Nasıl ki Reha Erdem'in çocukları büyüme sancıları çekiyorsa, adam olmuş erkekler de büyümüş olmanın gazabına uğruyorlar.

49) Foucault :"bilgi yeni bir form keşfettiği anda tekrar kaybolacaktır."

51) Sadece görüntüde değil ses bandıyla da giderek filmlerin dünyasına yrleşen öksürük sesi yetişkinlik için ödenen bedelin, çelişkili bir şekilde iktidara ortak olmak için göze alınan bir çeşit iktidar kaybının göstergesi.

51) Freud: "Her insan kendine mahsus bir usulle nası kurtulacağını kendisi bulmalıdır... Bu dış dünyadan ne kadar gerçek tatmin beklediğine, kendini özgürleştirmek için ondan ne kadar uzaklaşabileceğine ve nihayetinde, dünyayı kendi isteklerine uyacak şekilde değiştirmek için kendinden ne kadar kuvvet bulabildiğiyle ilgili bir sorundur."

54) Foucault'ya göre,ayna bir ütopyadır, çünkü olmayan bir yerde kendimizi görmemizi sağlar. Ama aynı zamanda bir heterotopyadır, çünkü gerçeklikte bir nesne olarak kapladığı bir uzam vardır.

60) Bu gerçeklik, doğayı bilimsel bilginin nesnesi yaparak ehlileştirmek, kanunlarla açıklayıp bilinmezliğe ve gizemine son vermek isteyen, aklıyla açıklayamadığını, gözüyle görmediğini doğaüstü kabul edip gerçekliğin dışına atan kültürlü insanın, rüyaların kuruduğu yetişkinliğin gerçekliğidir.

60) Foucault'nun dediği gibi "sandalların olmadığı yerde rüyalar kurur."

63) Bu dünyada babacıl olmak, göbek bağını atıp anadan kaçmak insan olanın harcı değil. Zaten annesinin rahminden çıkıp dışarıdaki dünyayla çarpışmış olan filmin tüm yetişkin erkekleri ya sakatlanmış ya da korku ve evham içinde yaşamaktan Rasih Bey gibi hastalık hastası olmuş.

64) Kamera sık sık boy planlar yerine bedeni parçalayan bölen kadrajlar yapar.

64) "Göğüs, tırnak, bir ağız dolusu diş, bol et, bol damar, kilolarca bağırsak..."

66) "Sol eli başımın altında olsun, sağ da beni kucaklasın."

87) "Gerçekten insanın zihnini açacak bir şey olmalı sinema. Zihnimiz açılsın, daha mutlu olalım diye değil. Hayatımızda bir adım daha ileri gidebilelim diye. Nereye doğru? O da belli değil. Ama olsun. " - Reha Erdem
...

Bu sayfadan sonra daha fazla not alamadım kitaptan. Çünkü Kosmos'u izledikten sonra devam ettim okumaya ve bir çırpıda okudum. Not almaya vakit bulamadan... Kitaptaki Reha Erdem'le söyleşi ve Reha Erdem'in kendi yazısı "Aşk ve İsyan" gerçekten çok değerli iki unsur.

Bu adamı biraz daha iyi anlamak için bu kitabı mutlaka okuyun. Bir adım daha ileri gidebilmek için...
27 Mart 2010 Cumartesi 0 yorum

GİZLİ MUCİZE



"Kendi uzmanlık alanı dışında okuduğu şeye kolaylıkla inanmayacak kişi yoktur."

"Hladik nazmı temel biçim olarak görüyordu, çünkü nazım seyircinin gerçekdışılığı gözden kaçırmasını imkansız kılıyordu-ki sanatın temel isterlerinden biri de budur."

"İnsanların rüyalarının Tanrı'ya ait olduğunu hatırladı; Maimonides rüyalarda duyulan sözlerin, açık seçik duyuldukları ve onları söyleyen, göze görülmediği takdirde, Tanrı sözü olduklarını ileri sürmüştü."

"Jaromir Hladik 29 Mart günü sabah saat dokuzu iki geçe öldü."

Jorge Luis Borges - Yolları Çatallanan Bahçe
0 yorum

DÖRT ZAİT (++++)



"Ben kendim, kaç defa, dakikalarca, yol soracak adam seçemediğimi hatırlıyorum."

"Hele potinleri pırıl pırıl boyalı bir adama sokakta toplanmış kalabalığın niçin toplandığını sormaya cesaret edebilir misiniz?"

"Yazın susamışken, birdenbire bir soğuk su içtiniz mi bir sancı, bir ağırlık oturuverir; öyle bir şey oturdu can evime."

"İşte bir müddettir ben de, elimde cigara, adam arıyor gibiyim. Ne kadar üstü başı düzgünler, suratı ciddiler, hali azametliler içinde kalmışım ki bir türlü hikayeme yanaşamıyorum."

Sait Faik Abasıyanık - Mahalle Kahvesi
0 yorum

Toza Sor


Arturo Bandini'den uzun süredir haber almadım. "Minik Köpek Güldü" den zaten hiç haberim olmadı. Bir karakteri neden gerçekten sevdiğini aslında hiçbir zaman tam anlamıyla çözemezsin. Dönem dönem karşına çıkan bir iki hayat tecrübesi sayesinde bir iki ipucu yakalayabilirsin en fazla. Her neyse... Daha ilk notumda üstü kapalı laflar edip can sıkmak istemiyorum.

İşte sevgili Arturo Bandini bana bugün bir paragrafla durumumu özetledi:

“Detroit'li dostlarım Ethie ve Carl'ı anımsadım. Carl'ın Ethie'yi tokatladığı geceyi. Ethie'nin bebeği olacaktı ve Carl bebeği istemiyordu. Ama bebek doğmuş ve mesele kapanmıştı.”

Şimdi bu cümlelerden sonra geriye, doğacak yeni olayların, eskimesini çoktan beri istediğim meseleleri kapatmasını beklemek kalıyor. Şimdi bu konuya da her neyse deyip bir son veriyorum.

Yine bir gün Bandini bana, içimdeki bu yazma isteğinin hayattaki hangi tutkuyla eşdeğer olabileceği hakkında bir ipucu vermişti. Derhal paylaşmak isterim:

“Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche'yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen Tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Amin.”

Demem o ki bir karakteri gerçekten neden ve ne zaman sevdiğini hiçbir zaman bilemezsin. Paylaşmak istediğim fikir bu değildi, bir yanlış anlama olmasın. Hepimiz Arturo'yuz, Bandini sülalesindeniz demek geliyor sadece içimden bugün.

Bir de antikahramanlık meselesi var. Karakterlerin üzerine sakız gibi yapışmış saçma sapan kalıplar işte! Kahramanlık tanımında yapılan basit bir değişiklik bu sakız yapıştırma şakalarına bir son verir gibi geliyor. Yani kime göre kahramanlık? Bana göre şu meşhur destanlar masallar yüzlerce antikahramanlarla dolu. Türevin tersi, nam-ı diğer integral hep daha zor olmuştur türevden. Bu yüzden bir şeyin antisi olmak daha zordur. Bütün sanat dallarının emekçisi karakterlere bir geri dönüş yapıp bakarsak daha iyi anlayacağız kim kahraman kim antikahraman...

Neyse işte... Yakamdan düşmeyen diğer karakterlere selam gönderiyorum bu nottan. C'ye, Holden Caulfield'a, Ruhi Bey'e, Don Kişot'a ve diğerlerine. Onlar benim için birer kahramandır, sebebini ve zamanını tahmin edemesem de...


Ne diyordum? Hah, fikirler diyordum, paylaşmak içinmiş. Söyleyecek sözüm şu aslında benim, bütün bu çabalar, yazma, çizme, çekme uğraşları insanın kendi ruh tatmininden çok bir de Latin güzel Camillalar içinmiş. Onların yüzlerinde gördüğün ışıltılar yüzündenmiş bu aç, susuz, uykusuz kalmalar. Bütün aşkların tamamlandığı nokta içinmiş yani. En son Camilla yırtmasa o dergiyi, bu fikri de hiç bulamaz, kargacık burgacık da olsa yazamazdım buralara...

“Sevgili Pejmürde Çarıklar,
farkında olmayabilirsin, ama dün gece bu öykünün yazarına hakaret ettin. Okuman yazman var mı? Varsa, on beş dakika ayırıp bu başyapıtı oku. Ve bir daha sefere dikkatli ol. Bu çöplüğe gelen herkes serseri olmayabilir.
Arturo Bandini”
0 yorum

evvela roman işçisi ol!

"Fakat dostum bu yanlış adımda haklı idi. Bütün gençliğinde ona bunu tavsiye etmişlerdi: 'Halka karışın, köye, kasabaya gidin... Yalnız orada hakikat vardır...'

Hiç kimse ona dememişti ki, 'Sen, tek başına bir realitesin, bu realiteyi bize anlat. Yaşadığın saati, duyduğun günü, her gün içini parçalayan sızıları ve her akşam sana yaşamak aşkı veren ümitleri anlat, ayrıldığın yüzler, gördüğün manzaralar...Hasret ve gurbetlerin bize yeter, çünkü biz biliyoruz, senin benliğinde bütün bir Türk iklimi, bütün bir Türk cemiyeti, hatta bunların arasında bütün bir insanlık var, onları konuştur, yani kendini konuştur. Söyleyeceğin yalan bile bizim için bir kıymettir. Elverir ki, güzel yazasın. Madem ki roman yazacaksın, evvela, her şeyden evvel bir roman işçisi ol.'

Hayır bunu ona hiç kimse dememişti."


Ahmet Hamdi Tanpınar --- Edebiyat Üzerine Makaleler
3 yorum

KÜRK MANTOLU MADONNA


Uzun süredir içimde, bir kitabın sayfalarını yırtıp yırtıp yastık kılıfıma doldurup beraber uyuma isteği uyanmamıştı. Yalan söyledim hayatımda hiç böyle bir istek duymadım. İlk kez oluyor. Başka türlü hayallerimi nasıl Raif Efendi gibi yapabilirim bilmiyorum. Şimdilik en iyi çözümüm bu!

"Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır."

"Nedense hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz."

"Etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan var mıydı?"

"Bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadisenin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır."

"Halbuki ben bu kadar hakikatsever olmak istemiyordum. Hiçbir hakikatin beni ondan uzaklaştırmasına tahammül edemeyeceğimi anlıyordum. Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatleri feda etmek, daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı?"

"Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş."

"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum." dedi. "Bu eksiklik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar.... Ama şimdi inanıyorum... Aen beni inandırdın. Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum... Seni istiyorum...İçimde müthiş bir arzu var... Bir iyi olsam!"

"... böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız : 'acaba bunlar neden yaşıyorlar? yaşamakta ne buluyorlar? hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?' fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. "

"Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm."

"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum 'Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."
0 yorum

HIRSIZ

Aynı mektuplardan bir tane daha aldım bugün. Yepyeni, sıcacık bir ret mektubum daha oldu. On yedinci bu. On yedi farklı kitap yazdım, şiir yazıyorum ben, beş farklı yayınevine yolladım. Çarpınca beşle on yediyi, seksen beş eder. Ama sadece bir tanesi gönderip duruyor bu lanet mektupları. Ateşböcekli amblemi olan… Diğerlerinin reddetmeye bile mecali yok. Onlarda ateşböceklideki sekreterden yok herhalde. O orospu sekreter pek seviyor bunları yazmayı. Sanki adamlar boş ver göndermeye bile gerek yok, diyor da bu orospu ısrarla yazıp gönderiyor.

Mektubu okuduğum gibi attım ceketimin iç cebine, dışarı çıktım. Bizim Necati’nin barına gittim. Gündüz saatleri pek kimse olmazdı barda ama bugün üç beş masa doluydu. Çok şaşırmadım ama yine de ilginçti. Böyle beklenmedik kalabalıklarda herkes bana bakıyormuş gibi gelir. Hele ki böyle bir mektup gününde bu duygunun hemen gelip beni bulacağına emindim. Ama bulmadı. Buna şaşırdım. Etrafı izledim biraz, sonra soda istedim. Üç dört tane soda içtim. Genelde gündüzleri de içki içerim ama o saatler içesim gelmedi. O kadar sodayı da midemde tek zerrecik kalmasın hatta bütün iç organlarımı eriteyim diye düşünerek içtim herhalde, tam hatırlamıyorum.

Akşama kadar oturdum barda. Sonra karnım acıktı. Karşıdaki lokantaya yemek yemeye gittim. Fasulyeden bile tiksindirdi beni o lokanta. Fasulyeyi severim ben, hep de yerim orada. Sanki bir sonrakinde bir daha oranın fasulyesinden yemezmişim gibi geliyor da yine de gidip yiyorum. Bitirince yemeğimi bara döndüm tekrar. Midem bulandıkça içtim. En son on altıncıda içmiştim bu kadar. Ama on yedi numaraya ayrı muamele yapayım, dedim, daha çok içtim. Necati anladı. Zaten elimde gördü de mektubu. Sanki her seferinde bir daha bu mektuplardan gelirse bu bara gelmezmişim gibi geliyor da yine de geliyorum. Ama bu kez kavga etmedim Necati’yle. O bakımdan bu on yedi Necati’ye uğurlu geldi. Az kalmıştı, burnunun ortasına iki tane yapıştırsam hala bakabilecek miydi öyle? Yapıştırmadım. Az kalınca, kalkayım artık, dedim.

Dört soda çarpı bir iki yüz elliden, dokuz da bira o da çarpı dörtten kırk küsur para ödedim. Babamdan kalan üç kuruş mirasın son damlalarını da Necati’ye kaptırdığımı fark ettim yine. Onca yıl bu çöp tenekesi suratlı herife para yedirmek için çalıştığını bilse, ne yapardı acaba babam? Neyse, hesabı ödedikten sonra aldım ceketimi, yürüdüm kapıya doğru. Tam çıkıyordum kapıdan, herifin biri omzuma çarptı. İri yarı bir şeydi. Midemi ağzımdan fışkırtırdı daha hızlı çarpsa. Ama hakkı vardı. Kaç kez dedim Necati’ye, bu ne biçim kapı, böyle daracık bar kapısı mı olur, genişlet şunu, çek şu fıçıları kapının kenarından, dedim. Böyle herifler sığmaz bu kapıdan işte! İki tane yapıştırmadığıma pişman oldum Necati’ye.

Eve doğru yürümeye başladım. Hava serindi, bir sigara yakayım, dedim, sigaram bitmiş. Gecenin o saatinde her yer kapalıydı. Yine de benim evin alt sokağında açık bir tekel bayii buldum. Bu saatlerde bu adamların hep sohbet edesi tutardı. O yüzden tereddüt ettim bir an, girsem mi girmesem mi diye.
“İyi akşamlar.”, dedim. Adam cevap vermedi. Elinde loto kâğıtları, rafların arasındaki küçük televizyonun teleteksini açmış sayıları kontrol ediyordu. Hepsini inceleyene kadar bekledim. Dört kâğıttan ikisinde üç, diğer ikisinde iki tutturmuştu. Sonra topladı hepsini, sandalyesinin yanındaki çöp kovasına attı. Ben olsam atmazdım.
“Ben olsam atmazdım.”
Kafasını kaldırdı, yüzüme baktı. Sinirlenmiş gibiydi.
“Buyur ne istedin?”
“Bir paket Winston verir misin? İki şişe de bira…”
Sigarayı verdi, gözüyle arkamdaki dolabı işaret etti. Yani biraları kendim aldım. Bu adamın bırak sohbet etmeyi, nefes almaya hali yoktu. Biraz sinirlendim. Ben olsam, neden loto kâğıtlarını çöpe atmayacağımı bana sorardım.

Elimde şişelerin olduğu poşetle evin sokağına girdim. Dardır bizim sokak biraz. Kaldırımı da dardır. Üç yıl kadar önce ağaç diktiler kaldırıma beşer metre arayla. İyice yürünmez hale geldi. Yoldan yürüdüm ben de. Sokağın sessizliğinin keyfine varayım, dedim, yavaş yürüdüm. Karşı kaldırımda da bir adam vardı. Birkaç adım sonra apartmanlardan birinin önünde durdu, zillerden birine bastı. Dördüncü katın penceresinden bir kadın kafasını uzattı. Tekrar girdi içeri. Kapı açılınca adam da girdi. Hep yüksek kattaki dairelerde kalmak istemişimdir. Şöyle ferah, esintili balkonları olur ya yüksek kattaki evlerin. Benim ev zemin katta. Sokaktan kedi geçse, duyarım. Her neyse işte, anahtarlarımı çıkarayım dedim, elimi cebime attım. Tam çıkaracağım sırada bir fren çınladı beynimde! Öyle bir zıplamışım ki yerimden, poşeti yere düşürdüm. Baktım, arkamda bir araba, şoför kafasını çıkarmış pencereden bana küfürler yağdırıyor. Ne gelişini duymuşum ne de farları dikkatimi çekmiş, diye hayret ettim kendime. Ama sonra fark ettim, herif yakmamış ki farları, sokak ışığıyla sessiz sessiz geliyormuş şerefsiz! Kenara çekildim, o da söve söve geçti, gitti.

Biraların ikisi de kırılmıştı ama bir daha o tekel bayiine gitmeyi canım hiç istemedi. Zaten yeteri kadar da içmiştim. Anahtarlarım da yere düşmüş korkudan sıçrayınca. Aldım yerden, kapıya doğru yöneldim. Tam anahtarı sokacakken apartman kapısının kilidine, gözüm evin penceresine takıldı. Pencereyi açık mı unutmuşum, diye düşündüm. Sonra bir baktım, içerde yanıp yanıp sönen sarı bir ışık var. Kafamı iyice yaklaştırdım. Işık evimdeki hırsızın elinde tuttuğu el fenerinin ışığıymış. Bir an ne yapacağıma karar veremedim. Ses çıkarmadan hırsızı izlemeye başladım.

Hırsızın elinde ağzı açık, içi boş bir valiz vardı. Yüzünde de kar maskesi… Önce fenerle odanın her yerine baktı. Sonra valizi yere bıraktı, televizyon sehpasının raflarından itibaren ne bulduysa valize doldurmaya başladı. Yüksek katta oturmayışıma canım sıkıldı. Bir sigara yaksam, dedim ama sessiz olmam gerektiğini fark edip içmemeye karar verdim. Hırsız valizi doldurmaya devam ederken bir an durdu. Elindeki feneri duvardaki çerçevelere doğrultu. Yaklaştı, çerçeveleri incelemeye başladı. Artık sinirlenmiştim. Sessizce kapıyı açtım, apartmandan içeri girdim.

Eve de aynı sessizliği koruyarak girdim. Hırsızın anahtar sesini duymayacak kadar çerçevelerime odaklanması daha da sinirimi bozdu. Yavaşça salona geldim. Işığı yaktım. Hırsızla karşı karşıyaydık. Anında cebinden silahını çıkardı, üzerime doğrultu. Kendimden beklemediğim bir çeviklikle hırsızın üstüne atladım. İkimiz de yere düştük. Silah da düştü. Bir süre yerde debelendik. Bir an nefessiz kaldığımı düşündüm. Odanın daracık olması yüzünden bacaklarımı sürekli bir yerlere çarpıyordum. Hırsız silaha uzanabilmek için ayağa kalkmaya yeltendi. Ben de tekrar üzerine atladım. Duvara öyle bir çarptık ki çerçevelerden birkaçı yere düşüp paramparça oldu. Bu, hırsızın dikkatini dağıttı. Tam o sırada ışığı kapattım ve el yordamıyla silahı bulunduğu yerden aldım. Ayağa kalktım. Işığı yaktım tekrar.

Silah artık bendeydi ve namlusu hırsıza bakıyordu. İlk defa hırsızla göz göze geldik.
“Ellerini başına koy!”, dedim. Yavaşça koydu. Silahı tuttuğum elimle yüzünü gösterdim:
“Maskeni çıkar!” Çıkardı maskesini. Yere attı. Bu sırada ben de cebimden telefonumu çıkardım. Kanepenin üstüne fırlattım.
“Al o telefonu! Çabuk!”, dedim. Sesimin tonu beni bile ürkütmüştü. Aldı telefonu.
“Hemen 155’i tuşla! Hangi rakamlara bastığını görüyorum. Numara yapmaya kalkma!”
155’i tuşladı. Telefonu kulağına götürdü.
“Mustafa Keskin sokak, Servi apartmanı, daire iki… Hadi söyle çabuk!”, dedim.
Hırsız söylediklerimi tekrar etti. Sonra telefonu kapattı.
“At telefonu yere!”

On dakika kadar öylece bekledik. Hiç konuşmadık. Ama polis arabasının gittikçe yaklaşan sireninin sesini tek başıma dinledim.

Polislerden biri hızla girdi eve.
“Ellerini havaya kaldır!”, dedi. Kaldırdım. Sonra yanıma yaklaşıp yüzümden maskeyi çıkardı. Silahı elimden aldı. Hırsız kafasına yediği yumruklarla yerde baygın yatıyordu. Polis önce hırsıza sonra bana dikkatlice baktı. O yumrukları aslında Necati’nin hak ettiğini bilirmişcesine kaşlarını çattı. Sonra yanıma yaklaştı ellerimi arkada birleştirip kelepçeyi taktı. Bu sırada gözüm yerdeki çerçevelere takıldı. Kırılanlar, yediyle on iki numaraydı.
0 yorum

RONI MARGULIES

BENİM SANA GELİŞİM

Dönüşürken mevsimlerin verdiği
o kısacık tedirginlik vardır ya,
beklenmedik bir yağmur dindikten
hemen sonra duyulur hani,

benim sana gelişim
onun gibi bir şeydi işte;
yaşını bilmek için bir çamın
her dalını saymak gibi veya.

Hem zaten özlem, sen de bilirsin,
bitmek bilmez bir bitkinliktir bazen,
ısırınca aldığı renktir bir elmanın,
gücenmiştir sanki, sararır.

Yanlış olur diye düşündüm; seni
uzaktan özlemek istemedim. Belki
bu yüzdendi biraz da sana gelişim:
Çıplak, çekingen ve gelip geçici.


KELİMELER

bir siyahüzümün soyması gibi kendini
geldim – al.

sevmeni istiyorum beni:
tamamlanmamışlığımı sorgula, kına.
yorgunum, azımsa yorgunluğumu.
kırgınlığımı yer, önemset boşladığım şeyleri.
kuşkulandığımda, doğrula kuşkularımı,
yatıştır sonra, insancıl kıl beni.

korkuyorum, onayla korkularımı,
birlikte direnelim sonra.

bir siyahüzümün soyması gibi kendini
geldim. üstlen,
büyüt beni.
0 yorum

ABELARD ve HELOISE


Sevgi hakkında ne çok konuştum, ne çok yazdım… Unut bütün söylediklerimi. Yazdığım hiçbir şeyi okuma! Ondan mahrum kalmadan anlamıyoruz sevginin kıymetini, çünkü sevmek dediğin aşk oyunlarıyla olmaz. Şiir yazarak olur, çiçek toplayarak olur… Yeminler ederek, antlar içerek, sözler vererek sürer. Sevgi verdiklerimizde değil, alabilme yeteneğimizde gizlidir. Güvenimizle büyür; oysa kendi gerçeğimize güvenmiyorsak güvenemeyiz kimselere.

Sevgili diyorsun bana, sevilmemi istiyorsun. Uğraşacağım…

Seni tanıdıktan ve sevdikten sonra bile, itiraf ederim ki, ihanet ettim sana, çünkü başkasını seviyordum: Çünkü kendimi seviyordum. İnsan aşkı hep mülkiyetçidir. Ne yazık ki apaçık görüyorum şimdi. Belki Tanrı’nınki de böyledir. O yüzden yazma bana. O’nu kıskandırmayalım bari, beni kıskandırdığın gibi.


Abelard

Uğrunuza neler kaybettiğimi, hunhar bir ihanetin sizi benden çalmakla bizzat benden çaldığını, bütün dünya gibi siz de biliyorsunuz sevdiğim. Üzüntümün tek nedeni sizsiniz, bana beni avutma lütfunu bir tek siz bağışlayabilirsiniz. Beni üzmek, bana mutluluk ve huzur vermek gücüne bir tek siz sahipsiniz. Benliğinizde sizden başka hiçbir şey aramadığımı Tanrı biliyor; sizden bir şey istemedim, sadece sizi istedim.

Evlilik bağı aramadım, evlilik peşinde olmadım ve çok iyi bildiğiniz gibi doyurmak için çırpındığım arzular benim değil, sizindi. Eş adı daha kutsal ya da bağlayıcı gelebilir, ama izninizle cariye ya da fahişe sözcükleri bana daima daha hoş gelecektir.

Size yalvarıyorum, yaptıklarımı hatırlayınız, bana ne kadar çok şey borçlu olduğunuzu düşününüz. Sizinle tensel zevklerin tadını çıkarırken, pek çok kişi bunu aşkla mı yoksa şehvet duygularıyla mı yaptığımı soruyordu kendine; ama şimdi, vardığım son nokta başlangıcın kanıtını oluşturuyor. Sonunda arzunuza boyun eğerek kendimi bütün zevklerden mahrum ettim, şimdi artık her zamankinden daha fazla sizin olduğumun kanıtı dışında, benliğimden geriye hiçbir şey alıkoymadım. Bu nedenle kendinizi adadığınız Tanrı adına, bendeki varlığınızı elinizden geldiğince hiç değilse Tanrı’ya hizmet edebilecek gücü bulmama yardım edecek birkaç avutucu sözcük yazarak yaşatmanız için size yalvarıyorum. Bana neler borçlu olduğunuzu düşünün, yakarışlarıma kulak verin de bu uzun mektubu kısa bir sonla bitireyim; elveda, yegâne aşkım.

Aşk ya aşktır, ya değildir. Ne amaca gerek duyar, ne hedefe. Ama kendi kendine doğar; kendi kendine yeter. Ne umuda yeri var, ne gerekçeye. Acı çekmek aşkın bir parçasıysa eğer, acı çektiğim için mutluyum ben. Istırabının nedenini biliyorum. Doğana boyun eğmeni gururun engelliyor. Oysa doğa da Tanrı’nın bir parçası değil mi? Neden aşkını kabullenip acısına katlanmıyorsun, sevgilim?

Ne biçim Tanrı bu tapındığımız? Hem bir bütün olarak yaratmış bizi, hem de bir parçamızla yetinmemizi istiyor… Hem kadın olarak yaratmış beni, hem de dayatıyor yaradılışımı inkar edeyim diye. Senin de inkara çalıştığın gibi… Öncelikle seni sevmeme izin vermezse, O’nu sevmeyi de öğrenemem ben. Tanrı bölünebilir değilse eğer, aşk da bölünmez. Dualarını kabul edip tutkunu reddeden bir Tanrı’ya inanmamı nasıl beklersin benden?

İlk senin olduğumda on yedi yaşımdaydım. Aşkın kadınlığıma kavuşturdu beni. Yavaş, yavaş, acılar içinde açıldım, olgunlaştım. Acılara bile teşekkür ederim. Şimdi olgunluğumu sana geri veriyorum. Bir gelincik gibi tut onu elinde. Bu kadın sevmeyi nasıl öğrendiyse, sen de öğren. Sırt çevirme o çiçeğe, kendi ellerinle yarattığın yapraklarını yolma. Ben böyle seviyorum işte: Zerafetini, gaddarlığını, inceliğini, kabalığını, olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum. Bir zamanlar çocuk olduğun ve bir gün ceset olacağın için seviyorum. Hem gövdeni, hem aklını seviyorum. Kanımı tutuşturan gücünü de, çocuk gibi elinden tutma isteği uyandıran güçsüzlüğünü de seviyorum. Tanrı böyle sevemiyorsa, ben de sevgimi Tanrı yaparım.


Heloise
0 yorum

VAROLUŞÇULUK-derleme

Varoluşçuluk, hayatın anlamınının izini süren ve bireyin değerinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir felsefi akım ve edebi akımdır.
Varoluşçuluk, diğer birçok akımın tersine, bireye genel bir kavram gibi yaklaşmaz, onun öznelliğini nesnelliğin üstünde tutar. Varoluşçuluğa göre, hayatın anlamı ve bireyin öznel tecrübesiyle ilgili sorular diğer bütün bilimsel ve felsefik uğraşlardan önemlidir.
Varoluşçuluk genelde kötümserlik, bunaltı, özgürlük, başkaldırış ve umutsuzluk felsefesi olarak düşünülür. Varoluşçuluk Kierkegaard, Dostoyevski,Nietzsche, Sartre, Camus ve Heideggerile birlikte anılır.
İsminden de anlaşıldığı gibi bireyin varoluşunu, özünden üstun tuttuğu için aynı zamanda topluma bir karşı çıkışı da içerir. Butun zaaflarıyla birlikte insanı ereklerini seçişinde ozgür tutar.


Saçmalık, insanın dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir. Sartre

yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru fransa’da ortaya çıktı. öncelikle bir felsefi akımdır. en önemli temsilcileri martin heidegger, karl jaspers,jean-paul sartre, gabriel marcel ve maurice merleau-pontyolmuştur. felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce nietzsche, kierkegaard ve husserlgibi düşünürler tarafından atılmıştır. varoluşçuluk 4 temel fikri savunur:

1. varoluş her zaman tek ve bireyseldir. bu görüş bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.
2. varoluş, öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlık'ın anlamının araştırılmasını da içerir.
3. varoluş insanın içinden bir tanesini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. bu görüş her türlü gerekirciliğin karşıtıdır.
4. insanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir "dünyada var olma"dır. bir başka deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir.

varoluşçuluğun etkileri çağdaş kültürün çeşitli alanlarında görüldü. kierkegaard’ı izleyen franz kafka, das schools, şato, der prozess, dava adlı eserlerinde insanın varoluşunu bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik arayışı olarak betimledi. çağdaş varoluşçuluğun özgün temaları, sartre’ın oyunları ve romanlarında, simone de beauvoir’in yapıtlarında, albert camus’nün roman ve oyunlarında, özellikle de l’homme revolte (başkaldıran insan) adlı denemesinde işlendi.

(sarte bu durum için şöyle der: "olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. hiçbir edimimiz yok ki, olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın bizde) ayrıca bir karar almanız gerektiğinde işin içinden çıkamayacak durumda, yani birinden yardım alacak durumdaysanız, yardım alacağınız kişiyi seçerek adeta kendi kararınızı alırsınız çünkü en nihayetinde size yardımcı olacak kişinin vereceği kararı tahmin ediyorsunuzdur. ve bu kararı alırken insanın en çok hissettiği duygu bulantıdır.

Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.

öyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur.

ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. 
kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok. 
sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok. 
ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. Ö. Hayyam


çiftçi, çiftçi olduğu için çiftçice düşünmez". "çiftçi, çiftçice düşündüğü için çiftçidir.

varoluşçular kimseye yeni bir şey öğretmek istemez, yalnızca insanları tavır almaya çağırır.

varoluşçuların üzerinde önemle durdukları başka bir nokta da iç sıkıntısıdır. bu felsefede iç sıkıntısı yaşanması gereken bir şeydir ve gelişmenin belirtisidir. iç sıkıntısı, bireyin yaptığı özgür seçimlerin sonucudur ve varolmanın getireceği sonsuz hafifliğin hak edilmesi için gereklidir.
0 yorum

BİRHAN KESKİN

her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. her gün bir kez
dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana
bakıp, yüzümü yere eğdim. her gün bir gazeteye boş gözlerle
baktım. her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. her
gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. her gün bir kuzey
kışı indi içime. her gün karşımda duran fotoğraflarına
baktım. bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu
kadar bağlandın. her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm.
belki de her şey. her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim
sokaklarda. minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. her
gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. her gün hiçbir şeyi
anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı
düşündüm. güvercinleri yolculadım. her gün, günlere
dayanamadığımı düşündüm. kitapları alt alta dergileri
kıvırarak yan yana dizdim. ne idüğü belirsiz yerler benimle
yürüdü. gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı,
anlamadım. her gün bir taş parçası söktüm içimden. her gün
uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. her gün, gün bitiyor gece
bitmiyor dedim. her gün işlerin beni avutmadığını gördüm.
ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarız
diye sordum. öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan
düşersin dedim. her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik
durmaya ayırdım. her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden
geçirdim. her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde.
her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. her gün sana
bir kez "zalim" diye seslendim. her gün, yan yana oturup birbirine
rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. her gün o
kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. her gün "âh" ettim bir
kere, bir kere o âh'ı geri aldım. her gün "yol arkadaşım" dedim,
kahırla kapladım sözlerimi. her gün acını tattım. her gün
unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. her gün
insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. her gün bir
kilidi açmaya çalıştım. başka bir şey vardı, başka bir şey;
ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. çile
nedir, günah ne? bana ne bunlardan. dünyanın merkezi sendin her gün
ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara.
karrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa.

"...

sen güzel insansın
herkes biliyor bunu
yaramı alıp uzak şehirlere gidiyorsun
-saçlarımı düz bir denize ısmarlıyorum

utanma! ayıp değil ki bu
bak ben utanıyor muyum?
kanayana kadar dizlerim, misket oynarken
hem, unutma herkes birilerinin yarasını taşır uzaklara."

Penguen
penguen
bana sırtını dönme,
biliyorum, sana benziyorum
ve içinde saklı tuttuğum yele.

penguen
benim de içimde saklı tuttuğum
buzlu kıyılar, çığlık hatıraları
ben de senin kadar kaçkınım ve yaralı.

kim bağışlayacak beni, penguen
çizdim senin beyaz ve narin yerini.

bir yanım bembeyaz ışık
kör ediyor, bir yanım zehir gece
parktaki salıncağa binmeyi
beceremedim bugün ben de.
penguen bana sırtını dönme.

unutmadım aramızdaki beceriksiz dili.
dünya yordu bizi. benim de söyleyemediklerim
var. hiç söyleyemeyeceğim onları belki de.
uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu
geldikçe anlıyorum ki, biz,
bu dünya üstünde yürüyemiyoruz bile.

penguen,
kim bağışlayacak beni?
çizdim senin beyaz ve narin yerini
elimde unuttuğun ince metalle.


öteki

ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
onlar aşağıda siyah kalacak!
sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar terleyip sıçrayacak!
kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!

onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar.
onlar bir ömür taşlara su tutanlar.
onlar bir hatırada donmuş duranlar.
onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar.

siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü!
ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü.
ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası
onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar şaşı.

ah siz nasıl da "siz" siniz buram buram, onlar avam.
bu cahilin, yoksulun barbarın ışık neyine, onlar ziyan!

siz "it was very amazing" derken "and fun"
onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.

balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.



ve ipek ve aşk ve alev

sana böyle akmaktan çok korktuğum için
oldu her şey.
şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni.

...dünya çok üzücü bir yerdi, savaş filmlerini ve
samurayları eskisi gibi sevmiyordum.. bir boşluktan
aşağı mı bırakıyordum kendimi.. teller tenimi çizip
canımı mı yakıyordu.. mutsuzluğuma mı alışıyordum
seni severken.. yoksa kan kaybından mı ölüyordum..
daha fazla parçalanacak parçam yoktu...

neyse,
sevgilim telefonun öbür ucunda ruffles yiyordu.

ben meleğimin kanatlarını kırdım,
ordan geliyorum. siz yine ikiz bardakları
kırmayın. bir deliydim, elementlerin de ruhları
olduğuna inanıyordum,

aklıma suyun intiharı geliyordu hep,
şelale deyince,
divaneliği söylüyordum.

sana böyle akmaktan çok korktuğum içindi.

şelalenin sinirini bozdum az önce
ordan geliyorum.
0 yorum

FUTURİZM-derleme

internetten derlediklerim...


Sinemada futurizm:

sinemayla ilgili bildirgesi 1916'da yine marinetti tarafından yayımlanan akım. bu bildirgeye göre, filmde mantık ve denge reddediliyor, teknik gösteriler destekleniyor, dünyanın içten geldiğince parçalara ayrılması ve sonra yine aynı yöntemle birleştirilmesi öneriliyordu.

aynı yıl, daha önce sinemadan uzak duran fütürist sanatçılar bir araya gelerek arnaldo ginna yönetiminde "gelecekçi yaşam" (vita futurista) adlı filmi yaparlar.

***


Resim sanatçılarının manifestosunda, özetle, şu ilkelere yer verilmiştir:

• Her türlü taklit formları hor görülmeli, özgün formlar yansıtılmalıdır.
• Ahenk ve güzel duygular hegemonyasına son verilmelidir. Rembrand'ın, Goya ve Rodin'in eserleri kolaylıkla yıkılabilir.
• Sanat eleştirisi yararsız ve zararlıdır.
• Bütün eski sanat konuları terk edilmeli, onların yerine gurur ve hızla dolu yaşam ifade olunmalıdır.
• Yenilikçileri sindirmek için kullanılan deli sıfatı bir şeref ünvanı sayılmalıdır.
• Hareket ve ışık maddeyi eritmelidir.

***

Empresiyonizm, fovizm, kübizm bazı sanat eleştirmenlerince bu sanat hareketlerine alaycı anlamda ve benzetmelerle verilen adlardı, Oysa fütürizm bir grup İtalyan sanatçısının filozofik, politik ve artistik ilkelere ve kavramlara göre oluşturdukları, niteliği ve amacı belli bir sanat hareketidir.

***

Hız yapan bir motor bir şaheserden daha güzel görülmüştür.

***

Kübizm tekniği ile form elemanlara, planlara ayrılır, görüş açıları çoğaltılır.

***

"Koşan bir atın dört değil yirmi ayağı vardır" diyen Fütüristler, her şeyden çok büyük kent hayatının heyecanları ile sarhoş oluyorlardı. "Bir oda içinde bakarak balkondaki bir kişiyi resmederken, ancak pencere çerçevesinin bize izin verdiği kadarı ile görüş alanımızı sınırlamıyoruz. Bilâkis balkondaki adamın görüp yaşadığı duygularını, çevresiyle vermek istiyoruz. Caddenin gürültüsü, sağda ve solda derinliğine giden evlerin sırası..."

***

16 — Eğri çizgiden, sarmaldan ve turnikeden tiksinti. Düz çizgi ve tünel aşkı. Kentlere ve kırsal alanlara tepeden trenlerin ve, otomobillerin hızı, kestirmenin ve görsel bireşimlerin optik alışkanlığını kazandırıyor bize. Yavaşlıktan, kılı kırk yarmalardan, uzun uzadıya çözümlemelerden ve, açıklamalar dan tiksinti. Hız, kısaltma, özet ve bireşim aşkı. “Hadi, hadi, çabucak, iki sözcükle söyleyin bana!”.


***

8 — Kadının gittikçe genişleyen özgürlüğünün ve ondan kaynaklanan erotik kolaylığının sonucu olarak e (duygu ya da şehvet düşkünlüğü). Aşkın değer kaybetmesi ayrıca, ka lüksün evrensel olarak abartılmasından kaynaklanır. Şunu demek istiyorum: Günümüzde kadın, aşktan çok lüksü seviyor. Erkek, lüks içinde olmayan kadını sevmiyor. Aşık, bütün prestijini kaybetti. Aşk da mutlak değerini kaybetti. Değinmekle yetindiğim karmaşık bir sorundur bu.


***



Cinematic analogies that use reality directly as one of the two elements of the analogy. Example: If we should want to express the anguished state of one of our protagonists, instead of describing it in its various phases of suffering, we would give an equivalent impression with the sight of a jagged and cavernous mountain.





http://www.unknown.nu/futurism/cinema.html

http://www.unknown.nu/futurism/

şimdi bunca maddeden sonra mayakovskinin pantolonlu bulutundan futurizme örneklerle bitirelim:

hız,hareket arayışı:
Düşünceniz
Sünepe beyninizde yatar ya miskin miskin
Yağ bağlamış bir uşak yatar gibi pis bir yatakta

teknolojinin sesini çağrıştırıyor:
Tuttu bütün dünyayı sesim, o korkunç gümbürtü;

aklıma direk guernica’daki kollar bacaklar dudaklar geldi..italyan faşizmi:
Derinizi kolaysa tersyüz edin benim gibi,
Ortada baştan aşağı dudaklar kalsın bir kere!

gökyüzünde patlayan bombalar gibi sanki:
- ve gök gibi, renk değiştirerek ansızın –


eskiye duyulan tiksinti,atasözleri:
ve atasözleri gibi yıpranmış kadınlar da...
0 yorum

ÇİZGİLİ RÜYALAR

Hiçbir dilde söylenmemiş
Hiçbir dilde yazılmamış
Sözler ve şarkılar içindeyim.
Edip Cansever

Pazar günüydü. Her günüm bir diğerine göre pazar günüydü zaten benim. Bomboş hayatlara özenirdim eskiden ve sonunda benim de boşluklarla dolu bir hayatım oldu. Artık hep aynı öyküyü okuyup aynı şarkıyı dinler hale geldim. Boşluklar ve gölgeler hep çizgileri anımsatır bu yüzden bana. Çizgiler kendini tekrar eder çünkü. Benim hayatım da çizgi çizgidir.
Güneşli bir pazara benziyordu. Pencereden dışarı bakmak istedim. Perdeler kapalıydı. Çizgi çizgi perdeler... Sert bir kayayı, ıslak bir tahtayı andıran perdeler… Pencereyi açtım. Dışarıdan çocuk sesleri geliyordu. Güneşli bir yaz günüydü. Hava serindi biraz. Karnım aç mıydı bilmiyorum. Canım bir şeyler yemek istiyordu ama midem pek istemiyor gibiydi. Genelde tam tersi olmaz mıydı? Bilmem. Belki de o gün diğerlerinden farklı bir gün olacaktı. Ters olmasındı ama farklı olsundu.
Kim ne derse desin, hava soğukken suyu sevmezdim. Ama yine de banyoya girdim. Güzelce yıkandım. Giyindim. Her zamankinden fazla özendim o gün. Dışarı çıktım. Uzun, inişli çıkışlı ve her gün tepip durmaktan yorulduğum bu sevimsiz yolu sanki hiç varolmamış bir zaman diliminde yürüdüm. Caddeye vardığımda kaldırıma çıkmak için attım ayağımı. Gözüm yolun kenarındaki mazgala takıldı. Çizgi çizgi demirlere, boşluklara baktım. Gözüm karardı. Sonra küçük beyaz bir ışık filan belirdi diyeceğim, tam uymayacak. Ama o ışık gibi şeyde uzun uzun tahtalar gördüm. Bir kulübe zemini gibi. Yerler çizgi çizgi. Sonra gitti ışık. Yoluma devam ettim.
Her yalnız çıkışımda dışarı, sokaklarda her yalnız dolaşışımda aklıma Dört Zait* öyküsü gelir. İçim daralır. Birileri bana bir şey soracakmış gibi gelir. Korkarım. Yol soracaklarmış gibi, ateş isteyeceklermiş gibi gelir. Açık söyleyeyim, insanları pek sevmem.
Sahil tarafına geçtim yolun. Müzik çalarımı çıkardım cebimden, kulaklıklarını taktım. Bastım düğmesine. Yumuşak şeyler dinlerdim genelde. Hayatım sert değildi. İçim biraz sertti ama. Belki çocukluktandı bu yumuşak huylu olamayışım belki ilk gençlik dönemimden belki de doğuştandı. Yalnızlığın büyük etkisi vardı ama. Etrafında biri olmayınca, insan neye hoşgörü göstereceğini bilemez. Ama ben yalnızlığı severdim. Biraz mecburiyetten, biraz başka türlü nasıl yaşandığını bilmediğimden. Bu yüzden çocukluğumun da ilk gençliğimin de garip bir izi, sesi vardır beynimin içinde. Ama hayır, asla kalbimde değildir o sesler, izler.
Yine de korkulacak bir şey yoktu. O pazar günü, biliyordum, farklı olacaktı. Sesler filan vız gelecekti. Uzun süredir kendime bile söyleyemediğim yalnızlık bıkkınlığı bugün boy gösterecekti.
Durdum. Denize çevirdim yüzümü. Küçük teknelere, kayıklara baktım. İçleri boştu. Kimse yoktu. Kimindir ki bunlar diye düşündüm. Sadece balıkçıların mıdır? Gökyüzüne baktım. Güneş bulutların arasından çıkıyordu galiba. Birden gözüm kamaştı. Yine o çizgileri gördüm. Düşecek gibi oldum. Çizgilerin arasından kayar gibi oldum. Korkuluk demirlerine tutundum. Sonra güneş tekrar girdi bulutların arasına. Ben de yürümeye devam ettim.
Biraz yorulunca gördüğüm ilk banka oturdum. Etrafta gözüme takılan, hayatımı doldurabilecek hiçbir şey yoktu. Biliyorum, böyle şeyler söylememek gerekir. İnsan durumundan bir şekilde memnun olmalıdır. Pişmanlık, hoşnutsuzluk iyi değildir, belki biraz başkalarına yapılmış haksızlıktır.
Şarkı bitti. Başa aldım. Sözler ne kadar önemli diye düşündüm sonra. Sözler, sesler, diller, şarkılar ne kadar önemli. Söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım. Sessiz akan bir ırmağım geceden.*
Sağıma soluma baktım. İnsanlara baktım. Sıkıldım denize baktım. Sonra insanlara baktım tekrar. Sonra bir kız çocuğu geldi yanıma oturdu. Yüzüme baktı. Bir şeyler söyledi. Kulaklığı çıkarıp,
“Pardon, ne demiştin?” dedim.
“Oturabilir miyim?” diye sordu. Annesi, babası var mı diye etrafa baktım. Kimse yok gibiydi.
“Gel, otur.” dedim. Elinde bir kitap vardı. Kitabın adına bakmak için boynumu eğdim. Başını kaldırdı. Göz göze geldik.
“Biliyor musun bu kitabı?” dedi. Bilmiyorum anlamında başımı iki yana salladım.
“Öyleyse ben bitirince sana vereyim.”
“Peki.” dedim. Sonra tekrar başını eğip, kitabını okumaya devam etti. Dokuz on yaşlarındaydı herhalde. Ne daha büyük ne daha küçük gösteriyordu.
Şaşırmıştım. Hem küçük bir kızın dışarıda tek başına ne yaptığına hem de neden biraz ileride boş bank varken benim yanıma oturduğuna anlam verememiştim. Üstü başı düzgündü. Sokak çocuklarına benzemiyordu. İsmi neydi acaba? Kaç yaşındaydı?
“Niye yalnızsın?” diye sordum.
“Yalnız değilim ki, sen varsın işte!” dedi.
“Peki ben neden yalnızım o zaman?”
“Değilsin, ben varım ya işte!”
Gözleri kocamandı. Simsiyahtı. Yerdeki gölgelerimize baktım. Onlar da siyahtı. İki kalın çizgiydik yerde. Sıcak taşlarda, iki koyu çizgiydik. Martılara baktım. Küçük m harfleri gibiydiler.
“Bak, havada m harfleri uçuyor.” dedim. Güldü. Kıkırdayarak güldü. Bir şey söylemedi.
“Karnın aç mı?” dedim.
“Biraz.” dedi.
Elimi omzuna koydum.
“Gel, bir şeyler yemeye gidelim.” dedim.
Müzik çalarımı kapattım, cebime koydum. Elinden tuttum küçük kızın. Ve bir şeyler yemeye gittik.
Boşluklar, gölgeler filan… Hiçbir şey kalmadı o gün hayatımda. Söylediğim gibi insanları pek sevmem. Ama rüyalar… İnsanın bir kez borcu kaldı mı rüyalara, birinin elinden tutmak zorunda kalır. Çizgili pijamamla her pazar buluştum o küçük kızla. Kitap okuma sırası bir türlü bana gelmese de, artık biraz seviyorum insanları.

* Sait Faik Abasıyanık. Mahalle Kahvesi.
* Ezginin Günlüğü. Bir Eflatun Ölüm.
 
;