27 Mart 2010 Cumartesi

HIRSIZ

Aynı mektuplardan bir tane daha aldım bugün. Yepyeni, sıcacık bir ret mektubum daha oldu. On yedinci bu. On yedi farklı kitap yazdım, şiir yazıyorum ben, beş farklı yayınevine yolladım. Çarpınca beşle on yediyi, seksen beş eder. Ama sadece bir tanesi gönderip duruyor bu lanet mektupları. Ateşböcekli amblemi olan… Diğerlerinin reddetmeye bile mecali yok. Onlarda ateşböceklideki sekreterden yok herhalde. O orospu sekreter pek seviyor bunları yazmayı. Sanki adamlar boş ver göndermeye bile gerek yok, diyor da bu orospu ısrarla yazıp gönderiyor.

Mektubu okuduğum gibi attım ceketimin iç cebine, dışarı çıktım. Bizim Necati’nin barına gittim. Gündüz saatleri pek kimse olmazdı barda ama bugün üç beş masa doluydu. Çok şaşırmadım ama yine de ilginçti. Böyle beklenmedik kalabalıklarda herkes bana bakıyormuş gibi gelir. Hele ki böyle bir mektup gününde bu duygunun hemen gelip beni bulacağına emindim. Ama bulmadı. Buna şaşırdım. Etrafı izledim biraz, sonra soda istedim. Üç dört tane soda içtim. Genelde gündüzleri de içki içerim ama o saatler içesim gelmedi. O kadar sodayı da midemde tek zerrecik kalmasın hatta bütün iç organlarımı eriteyim diye düşünerek içtim herhalde, tam hatırlamıyorum.

Akşama kadar oturdum barda. Sonra karnım acıktı. Karşıdaki lokantaya yemek yemeye gittim. Fasulyeden bile tiksindirdi beni o lokanta. Fasulyeyi severim ben, hep de yerim orada. Sanki bir sonrakinde bir daha oranın fasulyesinden yemezmişim gibi geliyor da yine de gidip yiyorum. Bitirince yemeğimi bara döndüm tekrar. Midem bulandıkça içtim. En son on altıncıda içmiştim bu kadar. Ama on yedi numaraya ayrı muamele yapayım, dedim, daha çok içtim. Necati anladı. Zaten elimde gördü de mektubu. Sanki her seferinde bir daha bu mektuplardan gelirse bu bara gelmezmişim gibi geliyor da yine de geliyorum. Ama bu kez kavga etmedim Necati’yle. O bakımdan bu on yedi Necati’ye uğurlu geldi. Az kalmıştı, burnunun ortasına iki tane yapıştırsam hala bakabilecek miydi öyle? Yapıştırmadım. Az kalınca, kalkayım artık, dedim.

Dört soda çarpı bir iki yüz elliden, dokuz da bira o da çarpı dörtten kırk küsur para ödedim. Babamdan kalan üç kuruş mirasın son damlalarını da Necati’ye kaptırdığımı fark ettim yine. Onca yıl bu çöp tenekesi suratlı herife para yedirmek için çalıştığını bilse, ne yapardı acaba babam? Neyse, hesabı ödedikten sonra aldım ceketimi, yürüdüm kapıya doğru. Tam çıkıyordum kapıdan, herifin biri omzuma çarptı. İri yarı bir şeydi. Midemi ağzımdan fışkırtırdı daha hızlı çarpsa. Ama hakkı vardı. Kaç kez dedim Necati’ye, bu ne biçim kapı, böyle daracık bar kapısı mı olur, genişlet şunu, çek şu fıçıları kapının kenarından, dedim. Böyle herifler sığmaz bu kapıdan işte! İki tane yapıştırmadığıma pişman oldum Necati’ye.

Eve doğru yürümeye başladım. Hava serindi, bir sigara yakayım, dedim, sigaram bitmiş. Gecenin o saatinde her yer kapalıydı. Yine de benim evin alt sokağında açık bir tekel bayii buldum. Bu saatlerde bu adamların hep sohbet edesi tutardı. O yüzden tereddüt ettim bir an, girsem mi girmesem mi diye.
“İyi akşamlar.”, dedim. Adam cevap vermedi. Elinde loto kâğıtları, rafların arasındaki küçük televizyonun teleteksini açmış sayıları kontrol ediyordu. Hepsini inceleyene kadar bekledim. Dört kâğıttan ikisinde üç, diğer ikisinde iki tutturmuştu. Sonra topladı hepsini, sandalyesinin yanındaki çöp kovasına attı. Ben olsam atmazdım.
“Ben olsam atmazdım.”
Kafasını kaldırdı, yüzüme baktı. Sinirlenmiş gibiydi.
“Buyur ne istedin?”
“Bir paket Winston verir misin? İki şişe de bira…”
Sigarayı verdi, gözüyle arkamdaki dolabı işaret etti. Yani biraları kendim aldım. Bu adamın bırak sohbet etmeyi, nefes almaya hali yoktu. Biraz sinirlendim. Ben olsam, neden loto kâğıtlarını çöpe atmayacağımı bana sorardım.

Elimde şişelerin olduğu poşetle evin sokağına girdim. Dardır bizim sokak biraz. Kaldırımı da dardır. Üç yıl kadar önce ağaç diktiler kaldırıma beşer metre arayla. İyice yürünmez hale geldi. Yoldan yürüdüm ben de. Sokağın sessizliğinin keyfine varayım, dedim, yavaş yürüdüm. Karşı kaldırımda da bir adam vardı. Birkaç adım sonra apartmanlardan birinin önünde durdu, zillerden birine bastı. Dördüncü katın penceresinden bir kadın kafasını uzattı. Tekrar girdi içeri. Kapı açılınca adam da girdi. Hep yüksek kattaki dairelerde kalmak istemişimdir. Şöyle ferah, esintili balkonları olur ya yüksek kattaki evlerin. Benim ev zemin katta. Sokaktan kedi geçse, duyarım. Her neyse işte, anahtarlarımı çıkarayım dedim, elimi cebime attım. Tam çıkaracağım sırada bir fren çınladı beynimde! Öyle bir zıplamışım ki yerimden, poşeti yere düşürdüm. Baktım, arkamda bir araba, şoför kafasını çıkarmış pencereden bana küfürler yağdırıyor. Ne gelişini duymuşum ne de farları dikkatimi çekmiş, diye hayret ettim kendime. Ama sonra fark ettim, herif yakmamış ki farları, sokak ışığıyla sessiz sessiz geliyormuş şerefsiz! Kenara çekildim, o da söve söve geçti, gitti.

Biraların ikisi de kırılmıştı ama bir daha o tekel bayiine gitmeyi canım hiç istemedi. Zaten yeteri kadar da içmiştim. Anahtarlarım da yere düşmüş korkudan sıçrayınca. Aldım yerden, kapıya doğru yöneldim. Tam anahtarı sokacakken apartman kapısının kilidine, gözüm evin penceresine takıldı. Pencereyi açık mı unutmuşum, diye düşündüm. Sonra bir baktım, içerde yanıp yanıp sönen sarı bir ışık var. Kafamı iyice yaklaştırdım. Işık evimdeki hırsızın elinde tuttuğu el fenerinin ışığıymış. Bir an ne yapacağıma karar veremedim. Ses çıkarmadan hırsızı izlemeye başladım.

Hırsızın elinde ağzı açık, içi boş bir valiz vardı. Yüzünde de kar maskesi… Önce fenerle odanın her yerine baktı. Sonra valizi yere bıraktı, televizyon sehpasının raflarından itibaren ne bulduysa valize doldurmaya başladı. Yüksek katta oturmayışıma canım sıkıldı. Bir sigara yaksam, dedim ama sessiz olmam gerektiğini fark edip içmemeye karar verdim. Hırsız valizi doldurmaya devam ederken bir an durdu. Elindeki feneri duvardaki çerçevelere doğrultu. Yaklaştı, çerçeveleri incelemeye başladı. Artık sinirlenmiştim. Sessizce kapıyı açtım, apartmandan içeri girdim.

Eve de aynı sessizliği koruyarak girdim. Hırsızın anahtar sesini duymayacak kadar çerçevelerime odaklanması daha da sinirimi bozdu. Yavaşça salona geldim. Işığı yaktım. Hırsızla karşı karşıyaydık. Anında cebinden silahını çıkardı, üzerime doğrultu. Kendimden beklemediğim bir çeviklikle hırsızın üstüne atladım. İkimiz de yere düştük. Silah da düştü. Bir süre yerde debelendik. Bir an nefessiz kaldığımı düşündüm. Odanın daracık olması yüzünden bacaklarımı sürekli bir yerlere çarpıyordum. Hırsız silaha uzanabilmek için ayağa kalkmaya yeltendi. Ben de tekrar üzerine atladım. Duvara öyle bir çarptık ki çerçevelerden birkaçı yere düşüp paramparça oldu. Bu, hırsızın dikkatini dağıttı. Tam o sırada ışığı kapattım ve el yordamıyla silahı bulunduğu yerden aldım. Ayağa kalktım. Işığı yaktım tekrar.

Silah artık bendeydi ve namlusu hırsıza bakıyordu. İlk defa hırsızla göz göze geldik.
“Ellerini başına koy!”, dedim. Yavaşça koydu. Silahı tuttuğum elimle yüzünü gösterdim:
“Maskeni çıkar!” Çıkardı maskesini. Yere attı. Bu sırada ben de cebimden telefonumu çıkardım. Kanepenin üstüne fırlattım.
“Al o telefonu! Çabuk!”, dedim. Sesimin tonu beni bile ürkütmüştü. Aldı telefonu.
“Hemen 155’i tuşla! Hangi rakamlara bastığını görüyorum. Numara yapmaya kalkma!”
155’i tuşladı. Telefonu kulağına götürdü.
“Mustafa Keskin sokak, Servi apartmanı, daire iki… Hadi söyle çabuk!”, dedim.
Hırsız söylediklerimi tekrar etti. Sonra telefonu kapattı.
“At telefonu yere!”

On dakika kadar öylece bekledik. Hiç konuşmadık. Ama polis arabasının gittikçe yaklaşan sireninin sesini tek başıma dinledim.

Polislerden biri hızla girdi eve.
“Ellerini havaya kaldır!”, dedi. Kaldırdım. Sonra yanıma yaklaşıp yüzümden maskeyi çıkardı. Silahı elimden aldı. Hırsız kafasına yediği yumruklarla yerde baygın yatıyordu. Polis önce hırsıza sonra bana dikkatlice baktı. O yumrukları aslında Necati’nin hak ettiğini bilirmişcesine kaşlarını çattı. Sonra yanıma yaklaştı ellerimi arkada birleştirip kelepçeyi taktı. Bu sırada gözüm yerdeki çerçevelere takıldı. Kırılanlar, yediyle on iki numaraydı.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;