27 Mart 2010 Cumartesi

GEÇ-Tİ ZAMAN

_...Sıkıntılı ve yorgun bir günün hoşnutsuzluğuyla çıktım ofisimden. Kapının kapandığına emin olmamı sağlayan “tık” sesini duyduktan sonra başka bir ses eşlik etmeye başladı bitkin zihnime. Yağmuru severim ama bu kez ıslanacağımı biliyor olmak huzursuzluğumu ikiye katladı. Hızlı adımlarla yürürken çamurlu sokaklarda, üst komşum Hasan Bey arabasına aldı beni. Yapmacık gülümseme ve birkaç uydurulmuş kelime topluluğuyla oyaladım eve gelene kadar Hasan Bey’i. Eve geldiğimde kendimi hemen yatağıma attım. Uyumak üzere olduğumu telaşla fark ederek defterimi komodinin üstünden alıp günlük hayatımın rutin geleneklerini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla bu satırları yazdım. Bugünün ana konusu Di’li Geçmiş Zaman. Sebebini daha sonra açıklarım. Şimdi uykum gel-di. Ve yatağıma uzanıp yat-tım._

( Yukarıda okuduğunuz sade, süssüz ve son derece öznel cümlelerin neden bu kadar basit, devrik ve anlamsız olduğunu sorgulamaya başladığınız anda, bu cümlelerin sahibi hastane koridorlarında, eski bir sedyeyle, çoktan taşınıyor olacak. Di’li Geçmiş Zaman tanıklığın göstergesidir. Ben her şeye tanık oldum. Ve sevgili Serkan Bey’in de yazmış olduğu gibi bugünün ana konusu : Di’li Geçmiş Zaman.)

Her sabah olduğu gibi bu sabah da saat sekizde derginin kapısının önündeydim. Köşedeki pastaneden aldığım poğaçaları yemek için sabırsızlanıyordum yukarı çıktığımda Sezai’den demli çayımı çoktan istemiştim. Odama gidebilmem için hiç sevmediğim Serkan Bey’in odasının önünden, muhasebeden geçmek zorundaydım. Bu sabah da istemeyerek dilediğim bir “günaydın”la sandalyeme oturdum. Poğaçalardan birini ağzıma tam götürüyordum ki derginin müdürü Salih Bey kapıda belirdi.

Salih Bey’i de sevdiğim söylenemez. Sabah sabah insanın neşesini bozmak için elinden geleni yapar bu Salih Bey. Nitekim yaptı da! Asık ve meymenetsiz suratı yetmezmiş gibi bir de, ‘ Biraz sonra söyleyeceklerimi iyi dinle yoksa karışmam.’ Edasıyla yüzüme bakıyordu. Poğaçayı masanın üstüne koyup ellerimi, benim dilimde bıkkınlık ifadesiyle, onun dilinde ise tamamen anlamsızca açarak: “ Buyurun.” Dedim.

Kapıyı kapattı ve neredeyse içime girecek kadar yaklaşarak fısıldamaya başladı:
“ Kasadan önemli sayılabilecek bir miktarda para çalınmış. Kimin yaptığını tam olarak bilemesem de bir kişiden şüpheleniyorum.”
“ Hadi ya! Diyebildim sadece. Şaşkınlıktan değil. Umursamazlıktan ve ne söyleyeceğimi bilememekten bu saçma tepkiyi verdim.
“ Şşşt. Sessiz ol! Sana bir görev veriyorum. Bu şüphelendiğim kişiyi bütün gün takip edeceksin. Seni asla fark etmeyecek. Zaten ufak tefek bir şeysin. Çok kolay olacak senin için.”
Pis herif! Bir de boyumun kısalığıyla dalga geçiyordu. O anda bir kafa darbesiyle onu yere serebilmek için neler vermezdim.
“ Eee…Kim bu şüpheli şahıs?”
“ Muhasebeci Serkan. Parayla en çok işi olan o. Hem işe girdiğinden beri gözüm tutmamıştı. Tekin birine benzemiyor. Neyse, sen hemen işe koyul.”
“ İyi de yazı ne olac…”
“ Bırak şimdi başka işleri! Dediğimi yap hemen. Bak, bu, adamın evinin anahtarının kopyası. Dün gizlice yürütüp aynından yaptırdım. İşine yarar sanıyorum. Haydi kolay gelsin.”

Buz gibi çayımla beraber öylece kalakaldım. Çayım, poğaçalarım, masam, sandalyem ve bir de ne yapacağımı bilmediğim bir anahtarla, öylece…Bir süre aptal aptal bakındım. Sonra düşüncelerimi toparlayıp ayağa kalktım. Koridorda yürümeye başladım. Muhasebenin önünden birkaç kez geçtikten sonra tekrar odama döndüm. Bunu öğle yemeğine kadar onlarca kez tekrarladım. Saat bire geldiğinde, Serkan Bey’in ardından yola koyuldum.

Öğle yemeğini on ikinci caddedeki lokantada yedi. Ben de lokantanın hemen yanındaki pidecide…Hiç sevmediğim birini, hiç sevmediğim bir şekilde takip ederken aynı zamanda hiç sevmediğim kıymalı pideyi yiyordum. İnsanın bir şeylere zorunlu tutulması, hayatını karamsarlıklar çöplüğünden farksız ve olumsuzluk ekleriyle bütünleşmiş kılıyor. Ben de bu bütün gün boyunca tepemde kapkara bir bulutla dolaştım.

Serkan Bey dergiye döndüğünde ben pastanenin zıt köşesindeki gazeteciden gazete alıyordum. Yukarı çıktığımda Serkan Bey kahvesini söylemiş, yumuşak koltuğunda gerine gerine oturuyordu. Bir an, ulan gidip sorsam, sen mi çaldın parayı, desem, diye geçirdim içimden. Ama hemen sildim bu düşünceyi zihnimden. Görevime devam etmek üzere tekrar volta atmaya başladım.

Akşama kadar sadece çalıştı Serkan Bey. Önündeki defterler ve kapanmayan bilgisayarıyla sadece çalıştı. Bu adamı sevmiyor olmamın bir sebebi de çok çalışkan olmasıydı. Çalışkan insanlar hep sinir bozucudur bana göre. Belki Salih Bey’e göre de öyleydi. Bu kadar çalışkan olmasına rağmen gözü tutmadıysa adamı…İnsanoğlu doğuştan nankör. Adam ağzıyla kuş tutsa yine yaranamayacak bize.

Saat yediye geliyordu. Serkan Bey toparlanmaya başladı. Bense çoktan hazırdım. Birbirine iyi akşamlar dileyen kalabalığın arasında, kendimi, siyah mantom ve kısa boyumla kamufle ederek tekrar takip etmeye başladım Serkan Bey’i.

Işıklı ve gürültülü sokaklarda bana ve Serkan Bey’e eşlik eden yağmurla beraber yürüyorduk. Düşüncelerim beynime üstünlük kurmaya başladığında, yüzlerce soru işareti vardı kafamın içinde. Adam sabahtan beri şüpheli sayılabilecek tek bir harekette bulunmamıştı. Bir iki iş görüşmesi dışında telefonla bile konuşmamıştı. Evinin kapısından girene kadar adamı takip edecektim de ne olacaktı sanki? Ya da parayı o çalmış olsa, elinde bir çanta dolusu parayla onu yakalasam ne olacaktı? Kollarını bana uzatıp “ Haydi kelepçele beni, suçlu benim!” mi diyecekti? Bu sorulara cevap bulmaya çalışırken içimden sonsuz bir utanç dalgası yükseldi.

Utanç dalgasının tepemdeki kara bulutlarda kaybolmasıyla önümden hızla geçen arabayı fark ettim. Farlardan gözlerim kamaştı birden. Göz bebeklerim normal boyutlarına ulaştıklarında Serkan Bey gözden kaybolmuştu. O an bildiğim bütün küfürleri saydım içimden. Gecenin finali böyle olmamalıydı. Madem bu işin içindeydim, doyasıya yaşamalıydım heyecanını. Dört bir yanıma da baktıktan sonra derin bir nefes alıp düşünmeye başladım. Salih Bey’in verdiği ev adresini nereye koyduğumu hatırlamak için zorluyordum kendimi. Ceplerimi çoktan karıştırmaya başlamıştım. Adresi ceketimin iç cebinde bulduğumda yağmur hızlanmaya başladı. Bana doğru yaklaşan dört tekerlekli sarı şeyin taksi olmasını umarak elimi kaldırdım.

Taksici sevimli bir adamdı. Bu izlenimim, kurulanmam için verdiği kağıt havlulara karşı kendimi borçlu hissetmemden kaynaklanıyordu. Adresin yazılı olduğu kağıdı uzattım taksiciye. “Hemen abi. Gidiyoruz.” dedi. Dediği gibi de oldu. Hemen gittik.

Yedi katlı bir binanın önünde, ne yapacağımı bilmez bir halde bekliyordum. Serkan Bey’in eve gelip gelmediğini bilmiyordum. Zillerden ismine bakıp ışığının yanıp yanmadığını kontrol etmek geldi aklıma. Ama zillerden, binanın hangi cephesinde oturduğu belli olmuyordu. Zile basıp saklansam mı, dedim sonra. Tam elimi zile yaklaştırıyordum ki kapı açıldı. Kara bulutlarımın beni ele vermesinden korkarak bir adım geri attım. Kapıyı açan apartmanın kapıcısıydı. “ Buyurun. Kimi aradıydınız?” dedi. O anda uydurulabilecek en mantıksız yalanı uydurarak cevap verdim kapıcıya: “ Şey…Ben üçüncü kattaki Hasan Bey’in - bu ismi de zillerden okuyuvermiştim – arkadaşıyım. Bana anahtarını verdi. Evden giysilerini almaya geldim. Bizde kalacak bu akşam”
“ İyi de kendisi biraz önce…”
Adamın konuşmasına fırsat vermeden içeri daldım. Hızla ama koşmadan çıkmaya başladım merdivenlerden. Elimi cebimdeki anahtarla buluşturduğumda Serkan Bey’in kapısının önündeydim. İşte şimdi bulutlarım, soru işaretlerim ve utanç duyduğum her şeyle yüzleşme zamanıydı.

Hayatımda ilk kez bütün gururumu bir kenara bırakıp hiç sevmediğim bir insandan özür dileyecektim. Evet, ona her şeyi anlatıp bu aptal vicdan azabından kurtaracaktım kendimi. Söyleyeceğim şeyleri toparlamaya çalışırken zile bastım. Kapı açılmadı. Tekrar bastım. Tekrar, tekrar…Kapı açılmıyordu. Eve gelmemişti demek ki. Belki de paraları yemeye gitmişti. Belki de beş yıldızlı bir otelin kumarhanesindeydi şu anda. Ya da belki de, içeride, yorgunluktan uyuyakalmıştı.

Cebimden anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. İçeride tek bir odanın ışığı açıktı. Kapıdan adımımı attığım anda ağır bir gaz kokusu genzimi yaktı. Elimi elektrik düğmesine götürecekken vazgeçtim ve kokunun geldiği yeri tespit etmeye çalıştım. Koku mutfaktan geliyordu. Tüp, gaz kaçırmıştı demek ki. Düşüncelerimin seri akışına hayret ederek ışığın açık olduğu odaya koştum. Serkan Bey yataktaydı. Baygın bir halde öylece yatıyordu. Uyandırmaya çalıştım, bağırdım. Uyanmıyordu. Telaşla, cebimden telefonumu çıkarıp ambulans çağırdım.

Kara bulutlarım gaz kokusuyla beraber beni öksürtürken hayal kırıklığı ve utancın kollarına kendimi bırakmıştım. Kendimi suçluyordum. Anlamsızca kendimi suçluyordum. Benim yüzümdendi. Sadece benim yüzümden. Karamsarlık çöplüğümden çıkardığım bütün uğursuzluklarımı bu zavallı adamın üzerine boşaltmıştım. Acıyordum kendime. İnsanın girmediği bir iddiayı kaybetmesi gibi, hayatımdan bir şeyler eksilmişti sanki. Eğer Serkan Bey ölürse kendimi hiçbir zaman affetmeyecektim. Hiçbir zaman!

Serkan Bey şu anda yoğun bakımda. Ciğerleri mahvolmuş. Doktorlar bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlar. Bense odanın kapısının karşısında, duvara yaslanmış, boş boş, elimdeki deftere bakıyorum. Hayat benim için artık küllerinden doğuyor. Di’li geçmiş zaman tanıklığın göstergesidir. Ben her şeye tanık oldum.

_ Kasadan yüklü bir miktarda eksik çıktı. Müdür Bey’e nasıl söylesem bilemiyorum. Anahtar en son ondaydı. Beni suçlayamaz herhalde. Ama yine de endişeleniyorum. Üç dört aylık maaşımı feda etmek zorunda kalabilirim._

Bugünün ana konusu di’li geçmiş zaman. Sebebi şu: ‘ Hayat yaşanılası kılınan her şeyi geçmişte saklar.’ Ve benim uykum gel-di. Yatağıma yat-tım, uyu-dum.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;