27 Mart 2010 Cumartesi

TAKMA DİŞLER


Turgut Uyar'ın “Tel Cambazı”na,

Üç kişiydik. İkisi de benden yaşça büyüktü. Bu hemen anlaşılıyordu yüzlerinden. Sağdaki koltukta oturan diğerine göre biraz kiloluydu. Bu sıcakta delirmiş gibi uzun kollu siyah bir gömlek giymişti. Gerçi içerisi serindi, klima çalışıyordu ama insan dışarıda nasıl dururdu o gömlekle? Diğerinin giysileri daha mantıklıydı. Keten bir şortu vardı ayağında. Bak bu çok uygun bir giysiydi böyle bir havaya. Üstüne de kısa kollu bir tişört giymişti. Her neyse, üç kişiydik işte.
Diğerlerine “Hoş geldiniz.”, bana “N’aber Mustafa?”, dedi doktor. Diğerleri başını salladı. Ben, “İyi.”, dedim.
“Deden nasıl?”
“İyi dedem de. Dişleri bıraktım oraya.”
“Tamam Mustafa. On beş dakikaya hallolur. Sen bekleyiver.”
Dergiler vardı. Ama ben gazeteyi okudum. Dünkü gazeteymiş sonradan fark ettim. Allahtan dün gazete okumamıştım. İyi oldu. On dakika geçmiş bile. Gazeteyi tekrar sehpanın üstüne bırakıp pencereden dışarı baktım.
Karşı apartmanın üçüncü katında, balkonunda işte, bir kadın vardı. Çamaşır asıyordu. Güzeldi. Gençti de. Yeni evlenmiştir herhalde diye düşündüm. Yoksa insan neden bu kadar hevesli assın ki çamaşırları. Zaten hala bu kadar güzelse...
Bir on dakika daha geçmiş. İşi uzadı herhalde doktorun, dedim. Sonra getirdi ama dişleri.
Dişçiden çıkınca karşıdaki bakkala uğradım. Dondurmayla su aldım. Yolun karşısında bir sürü kitapçı var. Oradan yürümek için karşıya geçtim. Yeni şiir kitapları gelmiş aslında. Ama almadım. Bugünlerde okuyasım gelmiyor pek. Birkaç vitrin sonra belediye tiyatrosuna geldim. Yeni oyunun afişi vardı. Denge... İsmi güzelmiş diye düşündüm. Sonra yanıma bir kadın geldi. O da afişe bakmak için yaklaşmıştı herhalde. Kafamı birazcık çevirip baktım. Çok çevirmedim ama yine de tanıdım kadını. Ortaokuldan, arkadaşım Ali'nin annesiydi.
“Aa Mustafa n'aber oğlum? Nasılsın?”
“İyiyim sağ olun. Siz nasılsınız?”
“İyiyim Mustafacığım, sağ ol. Şu oyunu merak ettim de bir bakayım demiştim.”
“...”
“Ben giriyorum içeri, bilet alacağım. Sen de izleyecek miydin?”
“Oyun kaçtaymış ki?”
“14.30 yazıyor. On dakikası var daha.”
“Bilmem ki. Olur aslında. Geleyim ben de.”
Beraber girdik salona adını hatırlamadığım Ali'nin annesiyle. Dondurmanın kalanını da çöpe attım.
“Ben bir elimi, yüzümü yıkayıp geleyim.”
Önce tuvalete girdim. Sonra yıkadım elimi, yüzümü. Salona dönerken bir an tereddüt ettim. Niye girdim ki ben bu oyuna, ne gerek var, diye düşündüm. Canım da istemiyordu üstelik. Gitsem mi, dedim. Vazgeçtim sonra.
Oyuna beş dakika vardı daha.
“Ali nasıl? Neler yapıyor?”
“İyi çocuğum Ali de. Yaz başında Mine'yle nişanlandı işte. Bilirsin Mine'yi sizin sınıftaydı o da.”
“Biliyorum. Hayırlı olsun.”
Buna benzer bir iki laf daha ettik. Salon çok kalabalık değildi. Üç beş kişi ya var ya yoktuk. Tam sayıyı hatırlayamıyorum şimdi.
***
— Her zaman bunu yapmak zorunda mısın Lina?
— Artık seni anlayamıyorum!
— Bunu benim söylemem gerekiyor aslında. Bıktım anlıyor musun? Yeter artık! Aynı sokaklarda yürümekten aynı ağaçların yapraklarına, ölmüş yapraklarına basmaktan sıkıldım, anlıyor musun Lina? Bütün iyi niyetimi suistimal etmenden de sıkıldım. Gitmek istiyorum buradan. Sana olan inancımı ayakta tutmaya çalışırken, sen tutmuş, annemden ayrılamam, diyorsun.
***
Mine güzel kızdı. Ali'yi pek sevmediğim geldi aklıma birden. Sürekli el şakası yapardı bu Ali. Basbayağı salak bir çocuktu. Neyse...
Oyunun ilk perdesi bitti.
“Ben gideyim.”
“Aa nereye Mustafa? Daha bitmedi ki oyun.”
“Biliyorum da. Dedemin takma dişlerini götürecektim eve. Unutmuşum. Gitsem daha iyi olacak.”
Çıktım tiyatrodan. Hava biraz serinlemişti. İnanılmaz bir rahatlama duygusu sardı beni bir anda. Sonra evin sokağına girmek için caddeden karşıya geçecektim.
O anda biri sanki bana seslendi. Tam geçecekken yani... “Mustafaaa!”, diye bağırdı biri. Arkama döndüm.
***
“Sonra Mustafa, baktım bir kalabalık. Yaklaştım yanlarına. Cadde de vızır vızır. Bir baktım, yerde kan içinde yatıyorsun. Bisikletli bir çocuk çarpmış sana. Kafanı da kaldırım taşına vurup yarmışsın. Ambulans filan geldi işte. Getirdik seni buraya. Doktor bir ay istirahat verdi. Ayak tarağında mı ne kırıklar varmış. Nasıl çarptıysa artık çocuk, hayret yani. Onda bir şey yok ama. Neyse Mustafacığım, verilmiş sadakan varmış. Ha, bir de bir iki dişin mi ne kırılmış. Kemiklerin kaynayınca onun da çaresini düşünecekmiş doktor. Öyle dedi. Tekrar büyük geçmiş olsun Mustafacığım.”
“Sağ ol, Ahmet. Ya Ahmet, dedemin dişleri kaldı. Onları da götüremedim, ölmüştür adam açlıktan bunca saat.”
“Merak etme Mustafa ben çoktan götürdüm Fazıl Amca'nın dişlerini, düşünme sen. Bak dönüşte de sana bir iki kitap aldım. Şiir seversin sen. Neyse, ben kaçıyorum şimdilik. Gelirim sonra tekrar.”
Odada dört kişiydik. İkisinin kolu veya bacağı benim gibi alçıdaydı. Bu sıcakta! Diğerlerinde kırık çıkık yok gibiydi. Ben pencere kenarındaki yataktaydım. Şanslıymışım. Pencereden dışarı baktım. Karşı apartmanda, ikinci katta, pencere pervazlarından birinde, bir kadın vardı. Camları siliyordu. Güzeldi.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;