27 Mart 2010 Cumartesi

YEDEK HAYAT

Pek fazla kitap okumam ben. Okurum da az okurum. Seçerim bir de. Öyle her elime aldığım kitabı okuyamam. Olaya bir türlü girmeyen kitaplar vardır ya hani. Hiç sevmem onları. Okurum okurum o bölümler bitsin diye de, bitmez. Sıkılırım uzun betimlemelerden, bırakırım kitabı. Biliyorum fena bir şey bu. Emeğe saygısızlık belki ama vazgeçemiyorum bu huyumdan napayım. Bir kere vazgeçmeyi denedim. Olmadı. Yapamadım. İnsan görünmeyen özelliklerinin fazlasıyla farkındaysa hiçbir şeyden kolaylıkla vazgeçemez. Olmaz. Yapamaz.

Günlerden cumartesiydi. Hava yağmurluydu. Sonbahardı çünkü. Severim ben yağmurları. Değer veririm. Bereket getirdiğinden değil. Belki sadece yağdıktan sonra getirdiği toprak kokusundan... Ama ıslanmaktan korkunca değersiz olur yağmur. O gün de değersizdi benim için. Dışarıda vakit geçirmekten vazgeçtim ve yağmurlu havalarda hiç yapmadığım bir şeyi yaptım o gün. Kitap okudum.

Annemin kitaplarındandı. Evimden taşınırken, kendi huzur bulduğu kasabasına dönerken taşıyamayacağı için bıraktığı kitaplardandı. Kahvemi de alıp en güzel yerini seçtim evimin. Hevesimi artırsın diye. İlk elli sayfayı hızla okudum. Kitabın beşinci bölümüne karşılık geliyor ilk elli sayfa. Genç bir adamın hayatının monoton olmayan bir bölümünü anlatıyordu. Romanın arkasında yazıyordu bu cümle: “ Genç bir adamın hayatının monoton olmayan bir bölümü…” Belli ki ilgi çeksin diye yazılmış bir cümleydi bu. Monoton olmayan her şeye ilgilidir insanlar. İşin doğrusu ben de bu sebeple başlamıştım bu kitabı okumaya. Sandığınız gibi genç adam kısmıyla değil, monoton olmayan bölüm kısmıyla ilgileniyordum ama. Bu bölüme kadar adamın evinin betimlemesi, ofisinin betimlemesi, günlük kıyafetleri, annesi, babası ve bir de kız kardeşinin tasvirleri vardı. Normal şartlarda bu kadar betimlemeye tahammül edemezdim. Ama o gün nedense bırakamadım elimden o kitabı. Belki yağmurdandır kim bilir.

Beşinci bölümde adam okuduğu bir kitaptan bahsediyordu. Yoğun iş temposundan bulabildiği küçük boşluklara kitapları sıkıştırıyordu kahramanımız. O da tıpkı benim gibi yağmurlu bir cumartesi günü kitap okuyordu. Böyle tesadüfler insanı gülümsetiyor. Yalnız yaşayan biri olmasaydım, evli olsaydım örneğin, karıma hemen söylerdim. Ama bu kez yalnızlığımı hatırlatmadı bana bu tesadüf. Okuduğu kitaptan bir cümle alıntılamıştı kahramanımız ve alıntıladığı cümle bittikten sonra şöyle demişti: “ Öyle çok özeniyorum ki böyle ayrıntılarını yakalamaya hayatın! Sanki bu küçük şeyleri toplayıp biriktirsem kendime yedek bir hayat daha yaratacakmışım gibi geliyor. Ama biliyorum ki, ne yazık ki, benim bu hayattaki görevim ayrıntı avcısı olmak değil, ayrıntının kendisi olmak.” İşte bu birkaç cümleydi bana kendimi yalnız hissettirmeyen. Çünkü elimdeki kitabın bu cümlelerinin altı daha önce okuyan biri tarafından çizilmişti. Profesyonel bir okuyucu olsaydım, kalemle okusaydım kitapları, eminim bu sözlerin altını çizerdim.

Kitabın bu andan sonra beni daha da kendine bağladığını zannedeceksiniz biliyorum. Ama öyle olmadı. İlk beş bölüm genç adamın hayatının henüz o ilgi çekmeyen monoton kısmıydı. Şu monoton olmayan kısmı merak ediyordum evet, ama yeni merakım bu merakımın üstünü örtmüştü. Bu kitabı benden önce kimin okuduğunu merak ediyordum. Kitap annemindi ama annemin altını çizdiği yerleri bir yere not ettikten sonra sildiğini çok iyi biliyordum. Bu sayfadakini unutmuş olma ihtimali yok gibiydi. Çünkü birkaç satır sonraki bir cümlenin altı çizilmiş ve sonra silinmişti. Hafif bir iz kalmıştı. İşte bu anneminkiydi. Annemden sonra birileri okumuş olmalıydı bu kitabı. Babam olamazdı. Kitabın alınış tarihi - annem bu tarihi kitabın başına not etmişti - babamın ölümünün iki yıl sonrasıydı. Bizim evde bu kitabı okuyacak kimse yoktu. Kim okumuş olabilirdi? Evimize gelen yatılı bir misafir mi okumuştu? Ya da bir komşumuz okumak için ödünç mü almıştı kitabı? Aklıma kimse gelmiyordu. Belki de annem silmeyi unutmuştu. Bu düşünce sıkmıştı beni. Kitabı okuma hevesim bir anda gitmişti. Bu cümleleri annemin yazmış olma ihtimali bana kendimi tekrar yalnız hissettirmişti. Kitabı kapatıp masamın üstüne koydum. Kahve fincanımın yanına... Sıkıntı beni gereksiz ayrıntıları düşünmeye zorlar. Kitabın fincanın yanında olması gibi…

Kitap tam bir hafta öylece durdu masanın üstünde. Fincanı aldım ama kitaba dokunmadım hiç. Kitabı benden önce kimin okuduğunu hala merak ediyordum ama. Kafam her geçen gün daha da meşgul oluyordu bu merakla. Ayrıntı avcısı değil ayrıntı olmak sadece… Çok ezici geliyordu bu cümle. Küçük düşürücüydü. Sevemiyordum ama günden güne alışıyordum bu düşünceye. Benden önce okuyan da aynı şeyleri mi hissetmişti bu cümlelerin altını çizerken? Neden bir cümlenin altı çizilince daha değerli olurdu? Kitapları bazen sırf bunları düşündürdüğü için sevmezdim. Düşünceler tembel olunca huzur verirdi bana göre. Ve kitaplar tembel düşüncelerin en büyük düşmanıydı.

Annemi arayacaktım. Evet, annemi arayıp kitabı benden önce kimin okuduğunu soracaktım. Bu çözüm yolunu neden daha önce düşünmediğimi merak edebilirsiniz. Bir hafta boyunca aramama sebebim kararsızlıktı. Annemi böyle bir sebeple aramam ona oğlunun gereksiz takıntılarından kurtulamadığını gösterecekti. Annemden gizlediğim tek şey buydu. Takıntılarımdan kurtulamamak… Aslında farkındaydı biliyorum. Ben gizledikçe bu gereksiz takıntılarımı, annem inanmış gibi yapıyordu düzeldiğime. Düzeldiğime derken kurtulduğuma demek istiyorum. Bu da küçük düşürücü oldu galiba. Kelimeler bile takıntı oluşturur işte bende böyle. Her neyse, annemi arama kararını verdim zor da olsa. Ve aradım.

Altı yıl önceymiş. Yani babam öldükten iki yıl sonra. Yani annem o kitabı satın aldığında. Önce annem okumuş. Sonra çok beğenip bana vermiş kitabı. Ben okumuşum. Ben kalemle kitap okumam ki! Okumuşum ama. Çok da beğenmişim. Anneme bir bölüm bile okumuşum hatta. Güzel yazmış adam anne, demişim. Sadece ayrıntı olmak fena şey galiba anne, demişim.

Nasıl hatırlamazdım? Onca sayfayı okuyup da nasıl hatırlamazdım önceden okuduğumu? Annem hep bunu yapıyordu işte bana. Hep böyle kocaman bir uçurumdan atlamış gibi oluyordum. Birdenbire hatırlatırdı bazı şeyleri. Yok yok bazı şeyleri değil birçok şeyi böyle aniden hatırlatırdı. Kızıyorum anneme böyle yapınca. Çok kızıyorum.

O merak ettiğim yalnız adam benmişim anlayacağınız. Sabit fikirlisin sen, demişti bir keresinde bir kız arkadaşım. Ve bu özelliğim yüzünden ayrılmıştık. Zaten uzunca bir süre katlanmıştı bana. En uzun ilişkimdi. İki ay sürmüştü. Galiba gerçekten sabit fikirliyim ben. Ayrıntı olmak düşüncesinden bir türlü vazgeçememişim. Hâlbuki ayrıntı olmak daha yüksek bir mevki olmalı. Basit bir avcı olmaktansa önemli bir ayrıntı olmak daha anlamlı olmalı hayatta. Biliyordum aslında. En başından beri bu cümlenin bana uygun olmadığını biliyordum. Böyle yalanlar söylerim ben kendime. Melankoli için sebep yaratırım hep. Aslında başka yalanlar da söylerim. Ama farkında olmadan söylerim. Ben de bilmem yalan olduğunu. Annem hatırlatır hep. Doğru değil bu, der. Hemen söyler doğrusunu.

Altı yıl önceymiş. Yani babam öldükten iki yıl sonra. Aslında babam ölmemiş benim. Ben kötü bir kaza geçirmişim. Bir hafta sonu annemin yanından buraya dönerken otobüs kaza yapmış. Başımı ön koltuğa çarpmışım. Beynimin ön tarafı hasar görmüş. Hafızam gidip geliyormuş. Bazen hatırlayamıyormuşum işte böyle. Annem bunları bana her seferinde anlatıp duruyormuş. Babam çok üzgünmüş herkese onun öldüğünü söylediğim için. Bir de şey… O kitap annemin değil benimmiş. Babam almış o kitabı bana. Çok severmişim o kitabı. İki ayda bir okurmuşum mutlaka.

Olur mu öyle şey! Aynı kitap sürekli okunup durulur mu? Onca betimleme, kitabın içindeki kitap, bir anlık kesilmeye uğrayan monotonluk, ilk beş bölüm… Dayanılır şey mi sürekli okumak bütün bunları? Dayanılır şey mi her seferinde basit bir ayrıntı parçası olduğunu zannetmek? Kızıyorum anneme böyle yapınca. Çok kızıyorum.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;