27 Mart 2010 Cumartesi

ÇİZGİLİ RÜYALAR

Hiçbir dilde söylenmemiş
Hiçbir dilde yazılmamış
Sözler ve şarkılar içindeyim.
Edip Cansever

Pazar günüydü. Her günüm bir diğerine göre pazar günüydü zaten benim. Bomboş hayatlara özenirdim eskiden ve sonunda benim de boşluklarla dolu bir hayatım oldu. Artık hep aynı öyküyü okuyup aynı şarkıyı dinler hale geldim. Boşluklar ve gölgeler hep çizgileri anımsatır bu yüzden bana. Çizgiler kendini tekrar eder çünkü. Benim hayatım da çizgi çizgidir.
Güneşli bir pazara benziyordu. Pencereden dışarı bakmak istedim. Perdeler kapalıydı. Çizgi çizgi perdeler... Sert bir kayayı, ıslak bir tahtayı andıran perdeler… Pencereyi açtım. Dışarıdan çocuk sesleri geliyordu. Güneşli bir yaz günüydü. Hava serindi biraz. Karnım aç mıydı bilmiyorum. Canım bir şeyler yemek istiyordu ama midem pek istemiyor gibiydi. Genelde tam tersi olmaz mıydı? Bilmem. Belki de o gün diğerlerinden farklı bir gün olacaktı. Ters olmasındı ama farklı olsundu.
Kim ne derse desin, hava soğukken suyu sevmezdim. Ama yine de banyoya girdim. Güzelce yıkandım. Giyindim. Her zamankinden fazla özendim o gün. Dışarı çıktım. Uzun, inişli çıkışlı ve her gün tepip durmaktan yorulduğum bu sevimsiz yolu sanki hiç varolmamış bir zaman diliminde yürüdüm. Caddeye vardığımda kaldırıma çıkmak için attım ayağımı. Gözüm yolun kenarındaki mazgala takıldı. Çizgi çizgi demirlere, boşluklara baktım. Gözüm karardı. Sonra küçük beyaz bir ışık filan belirdi diyeceğim, tam uymayacak. Ama o ışık gibi şeyde uzun uzun tahtalar gördüm. Bir kulübe zemini gibi. Yerler çizgi çizgi. Sonra gitti ışık. Yoluma devam ettim.
Her yalnız çıkışımda dışarı, sokaklarda her yalnız dolaşışımda aklıma Dört Zait* öyküsü gelir. İçim daralır. Birileri bana bir şey soracakmış gibi gelir. Korkarım. Yol soracaklarmış gibi, ateş isteyeceklermiş gibi gelir. Açık söyleyeyim, insanları pek sevmem.
Sahil tarafına geçtim yolun. Müzik çalarımı çıkardım cebimden, kulaklıklarını taktım. Bastım düğmesine. Yumuşak şeyler dinlerdim genelde. Hayatım sert değildi. İçim biraz sertti ama. Belki çocukluktandı bu yumuşak huylu olamayışım belki ilk gençlik dönemimden belki de doğuştandı. Yalnızlığın büyük etkisi vardı ama. Etrafında biri olmayınca, insan neye hoşgörü göstereceğini bilemez. Ama ben yalnızlığı severdim. Biraz mecburiyetten, biraz başka türlü nasıl yaşandığını bilmediğimden. Bu yüzden çocukluğumun da ilk gençliğimin de garip bir izi, sesi vardır beynimin içinde. Ama hayır, asla kalbimde değildir o sesler, izler.
Yine de korkulacak bir şey yoktu. O pazar günü, biliyordum, farklı olacaktı. Sesler filan vız gelecekti. Uzun süredir kendime bile söyleyemediğim yalnızlık bıkkınlığı bugün boy gösterecekti.
Durdum. Denize çevirdim yüzümü. Küçük teknelere, kayıklara baktım. İçleri boştu. Kimse yoktu. Kimindir ki bunlar diye düşündüm. Sadece balıkçıların mıdır? Gökyüzüne baktım. Güneş bulutların arasından çıkıyordu galiba. Birden gözüm kamaştı. Yine o çizgileri gördüm. Düşecek gibi oldum. Çizgilerin arasından kayar gibi oldum. Korkuluk demirlerine tutundum. Sonra güneş tekrar girdi bulutların arasına. Ben de yürümeye devam ettim.
Biraz yorulunca gördüğüm ilk banka oturdum. Etrafta gözüme takılan, hayatımı doldurabilecek hiçbir şey yoktu. Biliyorum, böyle şeyler söylememek gerekir. İnsan durumundan bir şekilde memnun olmalıdır. Pişmanlık, hoşnutsuzluk iyi değildir, belki biraz başkalarına yapılmış haksızlıktır.
Şarkı bitti. Başa aldım. Sözler ne kadar önemli diye düşündüm sonra. Sözler, sesler, diller, şarkılar ne kadar önemli. Söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım. Sessiz akan bir ırmağım geceden.*
Sağıma soluma baktım. İnsanlara baktım. Sıkıldım denize baktım. Sonra insanlara baktım tekrar. Sonra bir kız çocuğu geldi yanıma oturdu. Yüzüme baktı. Bir şeyler söyledi. Kulaklığı çıkarıp,
“Pardon, ne demiştin?” dedim.
“Oturabilir miyim?” diye sordu. Annesi, babası var mı diye etrafa baktım. Kimse yok gibiydi.
“Gel, otur.” dedim. Elinde bir kitap vardı. Kitabın adına bakmak için boynumu eğdim. Başını kaldırdı. Göz göze geldik.
“Biliyor musun bu kitabı?” dedi. Bilmiyorum anlamında başımı iki yana salladım.
“Öyleyse ben bitirince sana vereyim.”
“Peki.” dedim. Sonra tekrar başını eğip, kitabını okumaya devam etti. Dokuz on yaşlarındaydı herhalde. Ne daha büyük ne daha küçük gösteriyordu.
Şaşırmıştım. Hem küçük bir kızın dışarıda tek başına ne yaptığına hem de neden biraz ileride boş bank varken benim yanıma oturduğuna anlam verememiştim. Üstü başı düzgündü. Sokak çocuklarına benzemiyordu. İsmi neydi acaba? Kaç yaşındaydı?
“Niye yalnızsın?” diye sordum.
“Yalnız değilim ki, sen varsın işte!” dedi.
“Peki ben neden yalnızım o zaman?”
“Değilsin, ben varım ya işte!”
Gözleri kocamandı. Simsiyahtı. Yerdeki gölgelerimize baktım. Onlar da siyahtı. İki kalın çizgiydik yerde. Sıcak taşlarda, iki koyu çizgiydik. Martılara baktım. Küçük m harfleri gibiydiler.
“Bak, havada m harfleri uçuyor.” dedim. Güldü. Kıkırdayarak güldü. Bir şey söylemedi.
“Karnın aç mı?” dedim.
“Biraz.” dedi.
Elimi omzuna koydum.
“Gel, bir şeyler yemeye gidelim.” dedim.
Müzik çalarımı kapattım, cebime koydum. Elinden tuttum küçük kızın. Ve bir şeyler yemeye gittik.
Boşluklar, gölgeler filan… Hiçbir şey kalmadı o gün hayatımda. Söylediğim gibi insanları pek sevmem. Ama rüyalar… İnsanın bir kez borcu kaldı mı rüyalara, birinin elinden tutmak zorunda kalır. Çizgili pijamamla her pazar buluştum o küçük kızla. Kitap okuma sırası bir türlü bana gelmese de, artık biraz seviyorum insanları.

* Sait Faik Abasıyanık. Mahalle Kahvesi.
* Ezginin Günlüğü. Bir Eflatun Ölüm.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
;