30 Mart 2010 Salı
aşk ve isyan,
korkuyorum anne,
kosmos,
reha erdem
6
yorum
Reha Erdem Sineması : Aşk ve İsyan
İnsana ilham veren ve bir o kadar da cahil cesaretini soğuran bir sineması var Reha Erdem'in.Kitaptan aldığım notları paylaşmak istiyorum.
Sayfa-9) Gerçeklikten kastettiğimiz ise Oscar Wilde'ın deyimiyle bir "sanatsal yöntem"den ibarettir. Wilde edebiyatta gerçekçiliği "bir yaratıcı aracın yerine bir taklitçi aracın konması" olarak yorumlamış, sanatın hayatı kopyalamak yerine yeniden yaratması gerektiğini savunmuştu.
10) Sinemada hayatı sanatsal bir yönteme dönüştürmenin en temel aracı dekupajdır, yani "ortada iki planın birbirine yapıştırılmasından başka bir şey yokken bizi bir olayın gerçekliğine inandırmak isteyen natüralist montajdır."
10) Andre Bazin'e göre natüralist montaj, seyircinin bu "safça inancını" sömürerek, "gerçek'in çok anlamlılığının ırzına geçer, ona zorla tek yanlı bir nedensellik zerk eder."
20) Rus biçimcilerine göre sanat insanın oluşturduğu bir şeydir ve sinema yaşama ne kadar benzerse sanat olma niteliğinden de o kadar uzaklaşır.
21) Murch'ün kastettiği ise, eğer bir filmin kurgu aşamasında eldeki malzemenin yetersizliği veya hataları nedeniyle belli birtakım seçimler yapmak zorunluluğu varsa, bu kurallardan hangisine uyulmasının daha önemli olduğunu ortaya koymak.
25) Rüyaların yapısı itibarıla gündelik hayatta karşımıza çıkan görüntülerin sinemadaki kesmelere benzer bir şekilde birbirleriyle kesiştiklerini söyler. Murch'e göre sinemadaki kesmeleri rahatça kabul ettirmenin önemli bir sebebi rüyalarımızdaki görüntülerin arka arkaya gelişlerine benzemeleridir.
25) ...düşsel, yapıntısal, oyuncaklı, kesintili, bütünlük duygusunu baltalayan, seyirciyi hayal kurmaya davet eden bir film evreni...
33) Reha Erdem'in tüm filmlerinde genel olarak ebeveynlere ama özel olarak babaerkil otoriteye karşı duyulan derin bir öfke ve isyan vardır.
34) Korkuyorum Anne'deki sıçramalı kurgu: Ali denize girer. Deniz Jung terminlojisinde kolektif bilinçaltının yaratıcısı konumundadır, aynı zamanda "evrensel anne"nin de arketipidir.
35) Nasıl ki Reha Erdem'in çocukları büyüme sancıları çekiyorsa, adam olmuş erkekler de büyümüş olmanın gazabına uğruyorlar.
49) Foucault :"bilgi yeni bir form keşfettiği anda tekrar kaybolacaktır."
51) Sadece görüntüde değil ses bandıyla da giderek filmlerin dünyasına yrleşen öksürük sesi yetişkinlik için ödenen bedelin, çelişkili bir şekilde iktidara ortak olmak için göze alınan bir çeşit iktidar kaybının göstergesi.
51) Freud: "Her insan kendine mahsus bir usulle nası kurtulacağını kendisi bulmalıdır... Bu dış dünyadan ne kadar gerçek tatmin beklediğine, kendini özgürleştirmek için ondan ne kadar uzaklaşabileceğine ve nihayetinde, dünyayı kendi isteklerine uyacak şekilde değiştirmek için kendinden ne kadar kuvvet bulabildiğiyle ilgili bir sorundur."
54) Foucault'ya göre,ayna bir ütopyadır, çünkü olmayan bir yerde kendimizi görmemizi sağlar. Ama aynı zamanda bir heterotopyadır, çünkü gerçeklikte bir nesne olarak kapladığı bir uzam vardır.
60) Bu gerçeklik, doğayı bilimsel bilginin nesnesi yaparak ehlileştirmek, kanunlarla açıklayıp bilinmezliğe ve gizemine son vermek isteyen, aklıyla açıklayamadığını, gözüyle görmediğini doğaüstü kabul edip gerçekliğin dışına atan kültürlü insanın, rüyaların kuruduğu yetişkinliğin gerçekliğidir.
60) Foucault'nun dediği gibi "sandalların olmadığı yerde rüyalar kurur."
63) Bu dünyada babacıl olmak, göbek bağını atıp anadan kaçmak insan olanın harcı değil. Zaten annesinin rahminden çıkıp dışarıdaki dünyayla çarpışmış olan filmin tüm yetişkin erkekleri ya sakatlanmış ya da korku ve evham içinde yaşamaktan Rasih Bey gibi hastalık hastası olmuş.
64) Kamera sık sık boy planlar yerine bedeni parçalayan bölen kadrajlar yapar.
64) "Göğüs, tırnak, bir ağız dolusu diş, bol et, bol damar, kilolarca bağırsak..."
66) "Sol eli başımın altında olsun, sağ da beni kucaklasın."
87) "Gerçekten insanın zihnini açacak bir şey olmalı sinema. Zihnimiz açılsın, daha mutlu olalım diye değil. Hayatımızda bir adım daha ileri gidebilelim diye. Nereye doğru? O da belli değil. Ama olsun. " - Reha Erdem
...
Bu sayfadan sonra daha fazla not alamadım kitaptan. Çünkü Kosmos'u izledikten sonra devam ettim okumaya ve bir çırpıda okudum. Not almaya vakit bulamadan... Kitaptaki Reha Erdem'le söyleşi ve Reha Erdem'in kendi yazısı "Aşk ve İsyan" gerçekten çok değerli iki unsur.
Bu adamı biraz daha iyi anlamak için bu kitabı mutlaka okuyun. Bir adım daha ileri gidebilmek için...
"Kendi uzmanlık alanı dışında okuduğu şeye kolaylıkla inanmayacak kişi yoktur."
"Hladik nazmı temel biçim olarak görüyordu, çünkü nazım seyircinin gerçekdışılığı gözden kaçırmasını imkansız kılıyordu-ki sanatın temel isterlerinden biri de budur."
"İnsanların rüyalarının Tanrı'ya ait olduğunu hatırladı; Maimonides rüyalarda duyulan sözlerin, açık seçik duyuldukları ve onları söyleyen, göze görülmediği takdirde, Tanrı sözü olduklarını ileri sürmüştü."
"Jaromir Hladik 29 Mart günü sabah saat dokuzu iki geçe öldü."
Jorge Luis Borges - Yolları Çatallanan Bahçe
"Ben kendim, kaç defa, dakikalarca, yol soracak adam seçemediğimi hatırlıyorum."
"Hele potinleri pırıl pırıl boyalı bir adama sokakta toplanmış kalabalığın niçin toplandığını sormaya cesaret edebilir misiniz?"
"Yazın susamışken, birdenbire bir soğuk su içtiniz mi bir sancı, bir ağırlık oturuverir; öyle bir şey oturdu can evime."
"İşte bir müddettir ben de, elimde cigara, adam arıyor gibiyim. Ne kadar üstü başı düzgünler, suratı ciddiler, hali azametliler içinde kalmışım ki bir türlü hikayeme yanaşamıyorum."
Sait Faik Abasıyanık - Mahalle Kahvesi
Arturo Bandini'den uzun süredir haber almadım. "Minik Köpek Güldü" den zaten hiç haberim olmadı. Bir karakteri neden gerçekten sevdiğini aslında hiçbir zaman tam anlamıyla çözemezsin. Dönem dönem karşına çıkan bir iki hayat tecrübesi sayesinde bir iki ipucu yakalayabilirsin en fazla. Her neyse... Daha ilk notumda üstü kapalı laflar edip can sıkmak istemiyorum.
İşte sevgili Arturo Bandini bana bugün bir paragrafla durumumu özetledi:
“Detroit'li dostlarım Ethie ve Carl'ı anımsadım. Carl'ın Ethie'yi tokatladığı geceyi. Ethie'nin bebeği olacaktı ve Carl bebeği istemiyordu. Ama bebek doğmuş ve mesele kapanmıştı.”
Şimdi bu cümlelerden sonra geriye, doğacak yeni olayların, eskimesini çoktan beri istediğim meseleleri kapatmasını beklemek kalıyor. Şimdi bu konuya da her neyse deyip bir son veriyorum.
Yine bir gün Bandini bana, içimdeki bu yazma isteğinin hayattaki hangi tutkuyla eşdeğer olabileceği hakkında bir ipucu vermişti. Derhal paylaşmak isterim:
“Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche'yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen Tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Amin.”
Demem o ki bir karakteri gerçekten neden ve ne zaman sevdiğini hiçbir zaman bilemezsin. Paylaşmak istediğim fikir bu değildi, bir yanlış anlama olmasın. Hepimiz Arturo'yuz, Bandini sülalesindeniz demek geliyor sadece içimden bugün.
Bir de antikahramanlık meselesi var. Karakterlerin üzerine sakız gibi yapışmış saçma sapan kalıplar işte! Kahramanlık tanımında yapılan basit bir değişiklik bu sakız yapıştırma şakalarına bir son verir gibi geliyor. Yani kime göre kahramanlık? Bana göre şu meşhur destanlar masallar yüzlerce antikahramanlarla dolu. Türevin tersi, nam-ı diğer integral hep daha zor olmuştur türevden. Bu yüzden bir şeyin antisi olmak daha zordur. Bütün sanat dallarının emekçisi karakterlere bir geri dönüş yapıp bakarsak daha iyi anlayacağız kim kahraman kim antikahraman...
Neyse işte... Yakamdan düşmeyen diğer karakterlere selam gönderiyorum bu nottan. C'ye, Holden Caulfield'a, Ruhi Bey'e, Don Kişot'a ve diğerlerine. Onlar benim için birer kahramandır, sebebini ve zamanını tahmin edemesem de...
Ne diyordum? Hah, fikirler diyordum, paylaşmak içinmiş. Söyleyecek sözüm şu aslında benim, bütün bu çabalar, yazma, çizme, çekme uğraşları insanın kendi ruh tatmininden çok bir de Latin güzel Camillalar içinmiş. Onların yüzlerinde gördüğün ışıltılar yüzündenmiş bu aç, susuz, uykusuz kalmalar. Bütün aşkların tamamlandığı nokta içinmiş yani. En son Camilla yırtmasa o dergiyi, bu fikri de hiç bulamaz, kargacık burgacık da olsa yazamazdım buralara...
“Sevgili Pejmürde Çarıklar,
farkında olmayabilirsin, ama dün gece bu öykünün yazarına hakaret ettin. Okuman yazman var mı? Varsa, on beş dakika ayırıp bu başyapıtı oku. Ve bir daha sefere dikkatli ol. Bu çöplüğe gelen herkes serseri olmayabilir.
Arturo Bandini”
"Fakat dostum bu yanlış adımda haklı idi. Bütün gençliğinde ona bunu tavsiye etmişlerdi: 'Halka karışın, köye, kasabaya gidin... Yalnız orada hakikat vardır...'
Hiç kimse ona dememişti ki, 'Sen, tek başına bir realitesin, bu realiteyi bize anlat. Yaşadığın saati, duyduğun günü, her gün içini parçalayan sızıları ve her akşam sana yaşamak aşkı veren ümitleri anlat, ayrıldığın yüzler, gördüğün manzaralar...Hasret ve gurbetlerin bize yeter, çünkü biz biliyoruz, senin benliğinde bütün bir Türk iklimi, bütün bir Türk cemiyeti, hatta bunların arasında bütün bir insanlık var, onları konuştur, yani kendini konuştur. Söyleyeceğin yalan bile bizim için bir kıymettir. Elverir ki, güzel yazasın. Madem ki roman yazacaksın, evvela, her şeyden evvel bir roman işçisi ol.'
Hayır bunu ona hiç kimse dememişti."
Ahmet Hamdi Tanpınar --- Edebiyat Üzerine Makaleler
Hiç kimse ona dememişti ki, 'Sen, tek başına bir realitesin, bu realiteyi bize anlat. Yaşadığın saati, duyduğun günü, her gün içini parçalayan sızıları ve her akşam sana yaşamak aşkı veren ümitleri anlat, ayrıldığın yüzler, gördüğün manzaralar...Hasret ve gurbetlerin bize yeter, çünkü biz biliyoruz, senin benliğinde bütün bir Türk iklimi, bütün bir Türk cemiyeti, hatta bunların arasında bütün bir insanlık var, onları konuştur, yani kendini konuştur. Söyleyeceğin yalan bile bizim için bir kıymettir. Elverir ki, güzel yazasın. Madem ki roman yazacaksın, evvela, her şeyden evvel bir roman işçisi ol.'
Hayır bunu ona hiç kimse dememişti."
Ahmet Hamdi Tanpınar --- Edebiyat Üzerine Makaleler
Uzun süredir içimde, bir kitabın sayfalarını yırtıp yırtıp yastık kılıfıma doldurup beraber uyuma isteği uyanmamıştı. Yalan söyledim hayatımda hiç böyle bir istek duymadım. İlk kez oluyor. Başka türlü hayallerimi nasıl Raif Efendi gibi yapabilirim bilmiyorum. Şimdilik en iyi çözümüm bu!
"Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır."
"Nedense hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz."
"Etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan var mıydı?"
"Bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadisenin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır."
"Halbuki ben bu kadar hakikatsever olmak istemiyordum. Hiçbir hakikatin beni ondan uzaklaştırmasına tahammül edemeyeceğimi anlıyordum. Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatleri feda etmek, daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı?"
"Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş."
"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum." dedi. "Bu eksiklik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar.... Ama şimdi inanıyorum... Aen beni inandırdın. Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum... Seni istiyorum...İçimde müthiş bir arzu var... Bir iyi olsam!"
"... böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız : 'acaba bunlar neden yaşıyorlar? yaşamakta ne buluyorlar? hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?' fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. "
"Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm."
"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum 'Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."
Aynı mektuplardan bir tane daha aldım bugün. Yepyeni, sıcacık bir ret mektubum daha oldu. On yedinci bu. On yedi farklı kitap yazdım, şiir yazıyorum ben, beş farklı yayınevine yolladım. Çarpınca beşle on yediyi, seksen beş eder. Ama sadece bir tanesi gönderip duruyor bu lanet mektupları. Ateşböcekli amblemi olan… Diğerlerinin reddetmeye bile mecali yok. Onlarda ateşböceklideki sekreterden yok herhalde. O orospu sekreter pek seviyor bunları yazmayı. Sanki adamlar boş ver göndermeye bile gerek yok, diyor da bu orospu ısrarla yazıp gönderiyor.
Mektubu okuduğum gibi attım ceketimin iç cebine, dışarı çıktım. Bizim Necati’nin barına gittim. Gündüz saatleri pek kimse olmazdı barda ama bugün üç beş masa doluydu. Çok şaşırmadım ama yine de ilginçti. Böyle beklenmedik kalabalıklarda herkes bana bakıyormuş gibi gelir. Hele ki böyle bir mektup gününde bu duygunun hemen gelip beni bulacağına emindim. Ama bulmadı. Buna şaşırdım. Etrafı izledim biraz, sonra soda istedim. Üç dört tane soda içtim. Genelde gündüzleri de içki içerim ama o saatler içesim gelmedi. O kadar sodayı da midemde tek zerrecik kalmasın hatta bütün iç organlarımı eriteyim diye düşünerek içtim herhalde, tam hatırlamıyorum.
Akşama kadar oturdum barda. Sonra karnım acıktı. Karşıdaki lokantaya yemek yemeye gittim. Fasulyeden bile tiksindirdi beni o lokanta. Fasulyeyi severim ben, hep de yerim orada. Sanki bir sonrakinde bir daha oranın fasulyesinden yemezmişim gibi geliyor da yine de gidip yiyorum. Bitirince yemeğimi bara döndüm tekrar. Midem bulandıkça içtim. En son on altıncıda içmiştim bu kadar. Ama on yedi numaraya ayrı muamele yapayım, dedim, daha çok içtim. Necati anladı. Zaten elimde gördü de mektubu. Sanki her seferinde bir daha bu mektuplardan gelirse bu bara gelmezmişim gibi geliyor da yine de geliyorum. Ama bu kez kavga etmedim Necati’yle. O bakımdan bu on yedi Necati’ye uğurlu geldi. Az kalmıştı, burnunun ortasına iki tane yapıştırsam hala bakabilecek miydi öyle? Yapıştırmadım. Az kalınca, kalkayım artık, dedim.
Dört soda çarpı bir iki yüz elliden, dokuz da bira o da çarpı dörtten kırk küsur para ödedim. Babamdan kalan üç kuruş mirasın son damlalarını da Necati’ye kaptırdığımı fark ettim yine. Onca yıl bu çöp tenekesi suratlı herife para yedirmek için çalıştığını bilse, ne yapardı acaba babam? Neyse, hesabı ödedikten sonra aldım ceketimi, yürüdüm kapıya doğru. Tam çıkıyordum kapıdan, herifin biri omzuma çarptı. İri yarı bir şeydi. Midemi ağzımdan fışkırtırdı daha hızlı çarpsa. Ama hakkı vardı. Kaç kez dedim Necati’ye, bu ne biçim kapı, böyle daracık bar kapısı mı olur, genişlet şunu, çek şu fıçıları kapının kenarından, dedim. Böyle herifler sığmaz bu kapıdan işte! İki tane yapıştırmadığıma pişman oldum Necati’ye.
Eve doğru yürümeye başladım. Hava serindi, bir sigara yakayım, dedim, sigaram bitmiş. Gecenin o saatinde her yer kapalıydı. Yine de benim evin alt sokağında açık bir tekel bayii buldum. Bu saatlerde bu adamların hep sohbet edesi tutardı. O yüzden tereddüt ettim bir an, girsem mi girmesem mi diye.
“İyi akşamlar.”, dedim. Adam cevap vermedi. Elinde loto kâğıtları, rafların arasındaki küçük televizyonun teleteksini açmış sayıları kontrol ediyordu. Hepsini inceleyene kadar bekledim. Dört kâğıttan ikisinde üç, diğer ikisinde iki tutturmuştu. Sonra topladı hepsini, sandalyesinin yanındaki çöp kovasına attı. Ben olsam atmazdım.
“Ben olsam atmazdım.”
Kafasını kaldırdı, yüzüme baktı. Sinirlenmiş gibiydi.
“Buyur ne istedin?”
“Bir paket Winston verir misin? İki şişe de bira…”
Sigarayı verdi, gözüyle arkamdaki dolabı işaret etti. Yani biraları kendim aldım. Bu adamın bırak sohbet etmeyi, nefes almaya hali yoktu. Biraz sinirlendim. Ben olsam, neden loto kâğıtlarını çöpe atmayacağımı bana sorardım.
Elimde şişelerin olduğu poşetle evin sokağına girdim. Dardır bizim sokak biraz. Kaldırımı da dardır. Üç yıl kadar önce ağaç diktiler kaldırıma beşer metre arayla. İyice yürünmez hale geldi. Yoldan yürüdüm ben de. Sokağın sessizliğinin keyfine varayım, dedim, yavaş yürüdüm. Karşı kaldırımda da bir adam vardı. Birkaç adım sonra apartmanlardan birinin önünde durdu, zillerden birine bastı. Dördüncü katın penceresinden bir kadın kafasını uzattı. Tekrar girdi içeri. Kapı açılınca adam da girdi. Hep yüksek kattaki dairelerde kalmak istemişimdir. Şöyle ferah, esintili balkonları olur ya yüksek kattaki evlerin. Benim ev zemin katta. Sokaktan kedi geçse, duyarım. Her neyse işte, anahtarlarımı çıkarayım dedim, elimi cebime attım. Tam çıkaracağım sırada bir fren çınladı beynimde! Öyle bir zıplamışım ki yerimden, poşeti yere düşürdüm. Baktım, arkamda bir araba, şoför kafasını çıkarmış pencereden bana küfürler yağdırıyor. Ne gelişini duymuşum ne de farları dikkatimi çekmiş, diye hayret ettim kendime. Ama sonra fark ettim, herif yakmamış ki farları, sokak ışığıyla sessiz sessiz geliyormuş şerefsiz! Kenara çekildim, o da söve söve geçti, gitti.
Biraların ikisi de kırılmıştı ama bir daha o tekel bayiine gitmeyi canım hiç istemedi. Zaten yeteri kadar da içmiştim. Anahtarlarım da yere düşmüş korkudan sıçrayınca. Aldım yerden, kapıya doğru yöneldim. Tam anahtarı sokacakken apartman kapısının kilidine, gözüm evin penceresine takıldı. Pencereyi açık mı unutmuşum, diye düşündüm. Sonra bir baktım, içerde yanıp yanıp sönen sarı bir ışık var. Kafamı iyice yaklaştırdım. Işık evimdeki hırsızın elinde tuttuğu el fenerinin ışığıymış. Bir an ne yapacağıma karar veremedim. Ses çıkarmadan hırsızı izlemeye başladım.
Hırsızın elinde ağzı açık, içi boş bir valiz vardı. Yüzünde de kar maskesi… Önce fenerle odanın her yerine baktı. Sonra valizi yere bıraktı, televizyon sehpasının raflarından itibaren ne bulduysa valize doldurmaya başladı. Yüksek katta oturmayışıma canım sıkıldı. Bir sigara yaksam, dedim ama sessiz olmam gerektiğini fark edip içmemeye karar verdim. Hırsız valizi doldurmaya devam ederken bir an durdu. Elindeki feneri duvardaki çerçevelere doğrultu. Yaklaştı, çerçeveleri incelemeye başladı. Artık sinirlenmiştim. Sessizce kapıyı açtım, apartmandan içeri girdim.
Eve de aynı sessizliği koruyarak girdim. Hırsızın anahtar sesini duymayacak kadar çerçevelerime odaklanması daha da sinirimi bozdu. Yavaşça salona geldim. Işığı yaktım. Hırsızla karşı karşıyaydık. Anında cebinden silahını çıkardı, üzerime doğrultu. Kendimden beklemediğim bir çeviklikle hırsızın üstüne atladım. İkimiz de yere düştük. Silah da düştü. Bir süre yerde debelendik. Bir an nefessiz kaldığımı düşündüm. Odanın daracık olması yüzünden bacaklarımı sürekli bir yerlere çarpıyordum. Hırsız silaha uzanabilmek için ayağa kalkmaya yeltendi. Ben de tekrar üzerine atladım. Duvara öyle bir çarptık ki çerçevelerden birkaçı yere düşüp paramparça oldu. Bu, hırsızın dikkatini dağıttı. Tam o sırada ışığı kapattım ve el yordamıyla silahı bulunduğu yerden aldım. Ayağa kalktım. Işığı yaktım tekrar.
Silah artık bendeydi ve namlusu hırsıza bakıyordu. İlk defa hırsızla göz göze geldik.
“Ellerini başına koy!”, dedim. Yavaşça koydu. Silahı tuttuğum elimle yüzünü gösterdim:
“Maskeni çıkar!” Çıkardı maskesini. Yere attı. Bu sırada ben de cebimden telefonumu çıkardım. Kanepenin üstüne fırlattım.
“Al o telefonu! Çabuk!”, dedim. Sesimin tonu beni bile ürkütmüştü. Aldı telefonu.
“Hemen 155’i tuşla! Hangi rakamlara bastığını görüyorum. Numara yapmaya kalkma!”
155’i tuşladı. Telefonu kulağına götürdü.
“Mustafa Keskin sokak, Servi apartmanı, daire iki… Hadi söyle çabuk!”, dedim.
Hırsız söylediklerimi tekrar etti. Sonra telefonu kapattı.
“At telefonu yere!”
On dakika kadar öylece bekledik. Hiç konuşmadık. Ama polis arabasının gittikçe yaklaşan sireninin sesini tek başıma dinledim.
Polislerden biri hızla girdi eve.
“Ellerini havaya kaldır!”, dedi. Kaldırdım. Sonra yanıma yaklaşıp yüzümden maskeyi çıkardı. Silahı elimden aldı. Hırsız kafasına yediği yumruklarla yerde baygın yatıyordu. Polis önce hırsıza sonra bana dikkatlice baktı. O yumrukları aslında Necati’nin hak ettiğini bilirmişcesine kaşlarını çattı. Sonra yanıma yaklaştı ellerimi arkada birleştirip kelepçeyi taktı. Bu sırada gözüm yerdeki çerçevelere takıldı. Kırılanlar, yediyle on iki numaraydı.
Mektubu okuduğum gibi attım ceketimin iç cebine, dışarı çıktım. Bizim Necati’nin barına gittim. Gündüz saatleri pek kimse olmazdı barda ama bugün üç beş masa doluydu. Çok şaşırmadım ama yine de ilginçti. Böyle beklenmedik kalabalıklarda herkes bana bakıyormuş gibi gelir. Hele ki böyle bir mektup gününde bu duygunun hemen gelip beni bulacağına emindim. Ama bulmadı. Buna şaşırdım. Etrafı izledim biraz, sonra soda istedim. Üç dört tane soda içtim. Genelde gündüzleri de içki içerim ama o saatler içesim gelmedi. O kadar sodayı da midemde tek zerrecik kalmasın hatta bütün iç organlarımı eriteyim diye düşünerek içtim herhalde, tam hatırlamıyorum.
Akşama kadar oturdum barda. Sonra karnım acıktı. Karşıdaki lokantaya yemek yemeye gittim. Fasulyeden bile tiksindirdi beni o lokanta. Fasulyeyi severim ben, hep de yerim orada. Sanki bir sonrakinde bir daha oranın fasulyesinden yemezmişim gibi geliyor da yine de gidip yiyorum. Bitirince yemeğimi bara döndüm tekrar. Midem bulandıkça içtim. En son on altıncıda içmiştim bu kadar. Ama on yedi numaraya ayrı muamele yapayım, dedim, daha çok içtim. Necati anladı. Zaten elimde gördü de mektubu. Sanki her seferinde bir daha bu mektuplardan gelirse bu bara gelmezmişim gibi geliyor da yine de geliyorum. Ama bu kez kavga etmedim Necati’yle. O bakımdan bu on yedi Necati’ye uğurlu geldi. Az kalmıştı, burnunun ortasına iki tane yapıştırsam hala bakabilecek miydi öyle? Yapıştırmadım. Az kalınca, kalkayım artık, dedim.
Dört soda çarpı bir iki yüz elliden, dokuz da bira o da çarpı dörtten kırk küsur para ödedim. Babamdan kalan üç kuruş mirasın son damlalarını da Necati’ye kaptırdığımı fark ettim yine. Onca yıl bu çöp tenekesi suratlı herife para yedirmek için çalıştığını bilse, ne yapardı acaba babam? Neyse, hesabı ödedikten sonra aldım ceketimi, yürüdüm kapıya doğru. Tam çıkıyordum kapıdan, herifin biri omzuma çarptı. İri yarı bir şeydi. Midemi ağzımdan fışkırtırdı daha hızlı çarpsa. Ama hakkı vardı. Kaç kez dedim Necati’ye, bu ne biçim kapı, böyle daracık bar kapısı mı olur, genişlet şunu, çek şu fıçıları kapının kenarından, dedim. Böyle herifler sığmaz bu kapıdan işte! İki tane yapıştırmadığıma pişman oldum Necati’ye.
Eve doğru yürümeye başladım. Hava serindi, bir sigara yakayım, dedim, sigaram bitmiş. Gecenin o saatinde her yer kapalıydı. Yine de benim evin alt sokağında açık bir tekel bayii buldum. Bu saatlerde bu adamların hep sohbet edesi tutardı. O yüzden tereddüt ettim bir an, girsem mi girmesem mi diye.
“İyi akşamlar.”, dedim. Adam cevap vermedi. Elinde loto kâğıtları, rafların arasındaki küçük televizyonun teleteksini açmış sayıları kontrol ediyordu. Hepsini inceleyene kadar bekledim. Dört kâğıttan ikisinde üç, diğer ikisinde iki tutturmuştu. Sonra topladı hepsini, sandalyesinin yanındaki çöp kovasına attı. Ben olsam atmazdım.
“Ben olsam atmazdım.”
Kafasını kaldırdı, yüzüme baktı. Sinirlenmiş gibiydi.
“Buyur ne istedin?”
“Bir paket Winston verir misin? İki şişe de bira…”
Sigarayı verdi, gözüyle arkamdaki dolabı işaret etti. Yani biraları kendim aldım. Bu adamın bırak sohbet etmeyi, nefes almaya hali yoktu. Biraz sinirlendim. Ben olsam, neden loto kâğıtlarını çöpe atmayacağımı bana sorardım.
Elimde şişelerin olduğu poşetle evin sokağına girdim. Dardır bizim sokak biraz. Kaldırımı da dardır. Üç yıl kadar önce ağaç diktiler kaldırıma beşer metre arayla. İyice yürünmez hale geldi. Yoldan yürüdüm ben de. Sokağın sessizliğinin keyfine varayım, dedim, yavaş yürüdüm. Karşı kaldırımda da bir adam vardı. Birkaç adım sonra apartmanlardan birinin önünde durdu, zillerden birine bastı. Dördüncü katın penceresinden bir kadın kafasını uzattı. Tekrar girdi içeri. Kapı açılınca adam da girdi. Hep yüksek kattaki dairelerde kalmak istemişimdir. Şöyle ferah, esintili balkonları olur ya yüksek kattaki evlerin. Benim ev zemin katta. Sokaktan kedi geçse, duyarım. Her neyse işte, anahtarlarımı çıkarayım dedim, elimi cebime attım. Tam çıkaracağım sırada bir fren çınladı beynimde! Öyle bir zıplamışım ki yerimden, poşeti yere düşürdüm. Baktım, arkamda bir araba, şoför kafasını çıkarmış pencereden bana küfürler yağdırıyor. Ne gelişini duymuşum ne de farları dikkatimi çekmiş, diye hayret ettim kendime. Ama sonra fark ettim, herif yakmamış ki farları, sokak ışığıyla sessiz sessiz geliyormuş şerefsiz! Kenara çekildim, o da söve söve geçti, gitti.
Biraların ikisi de kırılmıştı ama bir daha o tekel bayiine gitmeyi canım hiç istemedi. Zaten yeteri kadar da içmiştim. Anahtarlarım da yere düşmüş korkudan sıçrayınca. Aldım yerden, kapıya doğru yöneldim. Tam anahtarı sokacakken apartman kapısının kilidine, gözüm evin penceresine takıldı. Pencereyi açık mı unutmuşum, diye düşündüm. Sonra bir baktım, içerde yanıp yanıp sönen sarı bir ışık var. Kafamı iyice yaklaştırdım. Işık evimdeki hırsızın elinde tuttuğu el fenerinin ışığıymış. Bir an ne yapacağıma karar veremedim. Ses çıkarmadan hırsızı izlemeye başladım.
Hırsızın elinde ağzı açık, içi boş bir valiz vardı. Yüzünde de kar maskesi… Önce fenerle odanın her yerine baktı. Sonra valizi yere bıraktı, televizyon sehpasının raflarından itibaren ne bulduysa valize doldurmaya başladı. Yüksek katta oturmayışıma canım sıkıldı. Bir sigara yaksam, dedim ama sessiz olmam gerektiğini fark edip içmemeye karar verdim. Hırsız valizi doldurmaya devam ederken bir an durdu. Elindeki feneri duvardaki çerçevelere doğrultu. Yaklaştı, çerçeveleri incelemeye başladı. Artık sinirlenmiştim. Sessizce kapıyı açtım, apartmandan içeri girdim.
Eve de aynı sessizliği koruyarak girdim. Hırsızın anahtar sesini duymayacak kadar çerçevelerime odaklanması daha da sinirimi bozdu. Yavaşça salona geldim. Işığı yaktım. Hırsızla karşı karşıyaydık. Anında cebinden silahını çıkardı, üzerime doğrultu. Kendimden beklemediğim bir çeviklikle hırsızın üstüne atladım. İkimiz de yere düştük. Silah da düştü. Bir süre yerde debelendik. Bir an nefessiz kaldığımı düşündüm. Odanın daracık olması yüzünden bacaklarımı sürekli bir yerlere çarpıyordum. Hırsız silaha uzanabilmek için ayağa kalkmaya yeltendi. Ben de tekrar üzerine atladım. Duvara öyle bir çarptık ki çerçevelerden birkaçı yere düşüp paramparça oldu. Bu, hırsızın dikkatini dağıttı. Tam o sırada ışığı kapattım ve el yordamıyla silahı bulunduğu yerden aldım. Ayağa kalktım. Işığı yaktım tekrar.
Silah artık bendeydi ve namlusu hırsıza bakıyordu. İlk defa hırsızla göz göze geldik.
“Ellerini başına koy!”, dedim. Yavaşça koydu. Silahı tuttuğum elimle yüzünü gösterdim:
“Maskeni çıkar!” Çıkardı maskesini. Yere attı. Bu sırada ben de cebimden telefonumu çıkardım. Kanepenin üstüne fırlattım.
“Al o telefonu! Çabuk!”, dedim. Sesimin tonu beni bile ürkütmüştü. Aldı telefonu.
“Hemen 155’i tuşla! Hangi rakamlara bastığını görüyorum. Numara yapmaya kalkma!”
155’i tuşladı. Telefonu kulağına götürdü.
“Mustafa Keskin sokak, Servi apartmanı, daire iki… Hadi söyle çabuk!”, dedim.
Hırsız söylediklerimi tekrar etti. Sonra telefonu kapattı.
“At telefonu yere!”
On dakika kadar öylece bekledik. Hiç konuşmadık. Ama polis arabasının gittikçe yaklaşan sireninin sesini tek başıma dinledim.
Polislerden biri hızla girdi eve.
“Ellerini havaya kaldır!”, dedi. Kaldırdım. Sonra yanıma yaklaşıp yüzümden maskeyi çıkardı. Silahı elimden aldı. Hırsız kafasına yediği yumruklarla yerde baygın yatıyordu. Polis önce hırsıza sonra bana dikkatlice baktı. O yumrukları aslında Necati’nin hak ettiğini bilirmişcesine kaşlarını çattı. Sonra yanıma yaklaştı ellerimi arkada birleştirip kelepçeyi taktı. Bu sırada gözüm yerdeki çerçevelere takıldı. Kırılanlar, yediyle on iki numaraydı.
BENİM SANA GELİŞİM
Dönüşürken mevsimlerin verdiği
o kısacık tedirginlik vardır ya,
beklenmedik bir yağmur dindikten
hemen sonra duyulur hani,
benim sana gelişim
onun gibi bir şeydi işte;
yaşını bilmek için bir çamın
her dalını saymak gibi veya.
Hem zaten özlem, sen de bilirsin,
bitmek bilmez bir bitkinliktir bazen,
ısırınca aldığı renktir bir elmanın,
gücenmiştir sanki, sararır.
Yanlış olur diye düşündüm; seni
uzaktan özlemek istemedim. Belki
bu yüzdendi biraz da sana gelişim:
Çıplak, çekingen ve gelip geçici.
KELİMELER
bir siyahüzümün soyması gibi kendini
geldim – al.
sevmeni istiyorum beni:
tamamlanmamışlığımı sorgula, kına.
yorgunum, azımsa yorgunluğumu.
kırgınlığımı yer, önemset boşladığım şeyleri.
kuşkulandığımda, doğrula kuşkularımı,
yatıştır sonra, insancıl kıl beni.
korkuyorum, onayla korkularımı,
birlikte direnelim sonra.
bir siyahüzümün soyması gibi kendini
geldim. üstlen,
büyüt beni.
Dönüşürken mevsimlerin verdiği
o kısacık tedirginlik vardır ya,
beklenmedik bir yağmur dindikten
hemen sonra duyulur hani,
benim sana gelişim
onun gibi bir şeydi işte;
yaşını bilmek için bir çamın
her dalını saymak gibi veya.
Hem zaten özlem, sen de bilirsin,
bitmek bilmez bir bitkinliktir bazen,
ısırınca aldığı renktir bir elmanın,
gücenmiştir sanki, sararır.
Yanlış olur diye düşündüm; seni
uzaktan özlemek istemedim. Belki
bu yüzdendi biraz da sana gelişim:
Çıplak, çekingen ve gelip geçici.
KELİMELER
bir siyahüzümün soyması gibi kendini
geldim – al.
sevmeni istiyorum beni:
tamamlanmamışlığımı sorgula, kına.
yorgunum, azımsa yorgunluğumu.
kırgınlığımı yer, önemset boşladığım şeyleri.
kuşkulandığımda, doğrula kuşkularımı,
yatıştır sonra, insancıl kıl beni.
korkuyorum, onayla korkularımı,
birlikte direnelim sonra.
bir siyahüzümün soyması gibi kendini
geldim. üstlen,
büyüt beni.
Sevgi hakkında ne çok konuştum, ne çok yazdım… Unut bütün söylediklerimi. Yazdığım hiçbir şeyi okuma! Ondan mahrum kalmadan anlamıyoruz sevginin kıymetini, çünkü sevmek dediğin aşk oyunlarıyla olmaz. Şiir yazarak olur, çiçek toplayarak olur… Yeminler ederek, antlar içerek, sözler vererek sürer. Sevgi verdiklerimizde değil, alabilme yeteneğimizde gizlidir. Güvenimizle büyür; oysa kendi gerçeğimize güvenmiyorsak güvenemeyiz kimselere.
Sevgili diyorsun bana, sevilmemi istiyorsun. Uğraşacağım…
Seni tanıdıktan ve sevdikten sonra bile, itiraf ederim ki, ihanet ettim sana, çünkü başkasını seviyordum: Çünkü kendimi seviyordum. İnsan aşkı hep mülkiyetçidir. Ne yazık ki apaçık görüyorum şimdi. Belki Tanrı’nınki de böyledir. O yüzden yazma bana. O’nu kıskandırmayalım bari, beni kıskandırdığın gibi.
Abelard
Uğrunuza neler kaybettiğimi, hunhar bir ihanetin sizi benden çalmakla bizzat benden çaldığını, bütün dünya gibi siz de biliyorsunuz sevdiğim. Üzüntümün tek nedeni sizsiniz, bana beni avutma lütfunu bir tek siz bağışlayabilirsiniz. Beni üzmek, bana mutluluk ve huzur vermek gücüne bir tek siz sahipsiniz. Benliğinizde sizden başka hiçbir şey aramadığımı Tanrı biliyor; sizden bir şey istemedim, sadece sizi istedim.
Evlilik bağı aramadım, evlilik peşinde olmadım ve çok iyi bildiğiniz gibi doyurmak için çırpındığım arzular benim değil, sizindi. Eş adı daha kutsal ya da bağlayıcı gelebilir, ama izninizle cariye ya da fahişe sözcükleri bana daima daha hoş gelecektir.
Size yalvarıyorum, yaptıklarımı hatırlayınız, bana ne kadar çok şey borçlu olduğunuzu düşününüz. Sizinle tensel zevklerin tadını çıkarırken, pek çok kişi bunu aşkla mı yoksa şehvet duygularıyla mı yaptığımı soruyordu kendine; ama şimdi, vardığım son nokta başlangıcın kanıtını oluşturuyor. Sonunda arzunuza boyun eğerek kendimi bütün zevklerden mahrum ettim, şimdi artık her zamankinden daha fazla sizin olduğumun kanıtı dışında, benliğimden geriye hiçbir şey alıkoymadım. Bu nedenle kendinizi adadığınız Tanrı adına, bendeki varlığınızı elinizden geldiğince hiç değilse Tanrı’ya hizmet edebilecek gücü bulmama yardım edecek birkaç avutucu sözcük yazarak yaşatmanız için size yalvarıyorum. Bana neler borçlu olduğunuzu düşünün, yakarışlarıma kulak verin de bu uzun mektubu kısa bir sonla bitireyim; elveda, yegâne aşkım.
Aşk ya aşktır, ya değildir. Ne amaca gerek duyar, ne hedefe. Ama kendi kendine doğar; kendi kendine yeter. Ne umuda yeri var, ne gerekçeye. Acı çekmek aşkın bir parçasıysa eğer, acı çektiğim için mutluyum ben. Istırabının nedenini biliyorum. Doğana boyun eğmeni gururun engelliyor. Oysa doğa da Tanrı’nın bir parçası değil mi? Neden aşkını kabullenip acısına katlanmıyorsun, sevgilim?
Ne biçim Tanrı bu tapındığımız? Hem bir bütün olarak yaratmış bizi, hem de bir parçamızla yetinmemizi istiyor… Hem kadın olarak yaratmış beni, hem de dayatıyor yaradılışımı inkar edeyim diye. Senin de inkara çalıştığın gibi… Öncelikle seni sevmeme izin vermezse, O’nu sevmeyi de öğrenemem ben. Tanrı bölünebilir değilse eğer, aşk da bölünmez. Dualarını kabul edip tutkunu reddeden bir Tanrı’ya inanmamı nasıl beklersin benden?
İlk senin olduğumda on yedi yaşımdaydım. Aşkın kadınlığıma kavuşturdu beni. Yavaş, yavaş, acılar içinde açıldım, olgunlaştım. Acılara bile teşekkür ederim. Şimdi olgunluğumu sana geri veriyorum. Bir gelincik gibi tut onu elinde. Bu kadın sevmeyi nasıl öğrendiyse, sen de öğren. Sırt çevirme o çiçeğe, kendi ellerinle yarattığın yapraklarını yolma. Ben böyle seviyorum işte: Zerafetini, gaddarlığını, inceliğini, kabalığını, olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum. Bir zamanlar çocuk olduğun ve bir gün ceset olacağın için seviyorum. Hem gövdeni, hem aklını seviyorum. Kanımı tutuşturan gücünü de, çocuk gibi elinden tutma isteği uyandıran güçsüzlüğünü de seviyorum. Tanrı böyle sevemiyorsa, ben de sevgimi Tanrı yaparım.
Heloise
Varoluşçuluk, hayatın anlamınının izini süren ve bireyin değerinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir felsefi akım ve edebi akımdır.
Varoluşçuluk, diğer birçok akımın tersine, bireye genel bir kavram gibi yaklaşmaz, onun öznelliğini nesnelliğin üstünde tutar. Varoluşçuluğa göre, hayatın anlamı ve bireyin öznel tecrübesiyle ilgili sorular diğer bütün bilimsel ve felsefik uğraşlardan önemlidir.
Varoluşçuluk genelde kötümserlik, bunaltı, özgürlük, başkaldırış ve umutsuzluk felsefesi olarak düşünülür. Varoluşçuluk Kierkegaard, Dostoyevski,Nietzsche, Sartre, Camus ve Heideggerile birlikte anılır.
İsminden de anlaşıldığı gibi bireyin varoluşunu, özünden üstun tuttuğu için aynı zamanda topluma bir karşı çıkışı da içerir. Butun zaaflarıyla birlikte insanı ereklerini seçişinde ozgür tutar.
Saçmalık, insanın dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir. Sartre
yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru fransa’da ortaya çıktı. öncelikle bir felsefi akımdır. en önemli temsilcileri martin heidegger, karl jaspers,jean-paul sartre, gabriel marcel ve maurice merleau-pontyolmuştur. felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce nietzsche, kierkegaard ve husserlgibi düşünürler tarafından atılmıştır. varoluşçuluk 4 temel fikri savunur:
1. varoluş her zaman tek ve bireyseldir. bu görüş bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.
2. varoluş, öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlık'ın anlamının araştırılmasını da içerir.
3. varoluş insanın içinden bir tanesini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. bu görüş her türlü gerekirciliğin karşıtıdır.
4. insanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir "dünyada var olma"dır. bir başka deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir.
varoluşçuluğun etkileri çağdaş kültürün çeşitli alanlarında görüldü. kierkegaard’ı izleyen franz kafka, das schools, şato, der prozess, dava adlı eserlerinde insanın varoluşunu bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik arayışı olarak betimledi. çağdaş varoluşçuluğun özgün temaları, sartre’ın oyunları ve romanlarında, simone de beauvoir’in yapıtlarında, albert camus’nün roman ve oyunlarında, özellikle de l’homme revolte (başkaldıran insan) adlı denemesinde işlendi.
(sarte bu durum için şöyle der: "olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. hiçbir edimimiz yok ki, olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın bizde) ayrıca bir karar almanız gerektiğinde işin içinden çıkamayacak durumda, yani birinden yardım alacak durumdaysanız, yardım alacağınız kişiyi seçerek adeta kendi kararınızı alırsınız çünkü en nihayetinde size yardımcı olacak kişinin vereceği kararı tahmin ediyorsunuzdur. ve bu kararı alırken insanın en çok hissettiği duygu bulantıdır.
Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.
öyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur.
ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. Ö. Hayyam
çiftçi, çiftçi olduğu için çiftçice düşünmez". "çiftçi, çiftçice düşündüğü için çiftçidir.
varoluşçular kimseye yeni bir şey öğretmek istemez, yalnızca insanları tavır almaya çağırır.
varoluşçuların üzerinde önemle durdukları başka bir nokta da iç sıkıntısıdır. bu felsefede iç sıkıntısı yaşanması gereken bir şeydir ve gelişmenin belirtisidir. iç sıkıntısı, bireyin yaptığı özgür seçimlerin sonucudur ve varolmanın getireceği sonsuz hafifliğin hak edilmesi için gereklidir.
Varoluşçuluk, diğer birçok akımın tersine, bireye genel bir kavram gibi yaklaşmaz, onun öznelliğini nesnelliğin üstünde tutar. Varoluşçuluğa göre, hayatın anlamı ve bireyin öznel tecrübesiyle ilgili sorular diğer bütün bilimsel ve felsefik uğraşlardan önemlidir.
Varoluşçuluk genelde kötümserlik, bunaltı, özgürlük, başkaldırış ve umutsuzluk felsefesi olarak düşünülür. Varoluşçuluk Kierkegaard, Dostoyevski,Nietzsche, Sartre, Camus ve Heideggerile birlikte anılır.
İsminden de anlaşıldığı gibi bireyin varoluşunu, özünden üstun tuttuğu için aynı zamanda topluma bir karşı çıkışı da içerir. Butun zaaflarıyla birlikte insanı ereklerini seçişinde ozgür tutar.
Saçmalık, insanın dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir. Sartre
yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru fransa’da ortaya çıktı. öncelikle bir felsefi akımdır. en önemli temsilcileri martin heidegger, karl jaspers,jean-paul sartre, gabriel marcel ve maurice merleau-pontyolmuştur. felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce nietzsche, kierkegaard ve husserlgibi düşünürler tarafından atılmıştır. varoluşçuluk 4 temel fikri savunur:
1. varoluş her zaman tek ve bireyseldir. bu görüş bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.
2. varoluş, öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlık'ın anlamının araştırılmasını da içerir.
3. varoluş insanın içinden bir tanesini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. bu görüş her türlü gerekirciliğin karşıtıdır.
4. insanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir "dünyada var olma"dır. bir başka deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir.
varoluşçuluğun etkileri çağdaş kültürün çeşitli alanlarında görüldü. kierkegaard’ı izleyen franz kafka, das schools, şato, der prozess, dava adlı eserlerinde insanın varoluşunu bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik arayışı olarak betimledi. çağdaş varoluşçuluğun özgün temaları, sartre’ın oyunları ve romanlarında, simone de beauvoir’in yapıtlarında, albert camus’nün roman ve oyunlarında, özellikle de l’homme revolte (başkaldıran insan) adlı denemesinde işlendi.
(sarte bu durum için şöyle der: "olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. hiçbir edimimiz yok ki, olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın bizde) ayrıca bir karar almanız gerektiğinde işin içinden çıkamayacak durumda, yani birinden yardım alacak durumdaysanız, yardım alacağınız kişiyi seçerek adeta kendi kararınızı alırsınız çünkü en nihayetinde size yardımcı olacak kişinin vereceği kararı tahmin ediyorsunuzdur. ve bu kararı alırken insanın en çok hissettiği duygu bulantıdır.
Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.
öyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur.
ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. Ö. Hayyam
çiftçi, çiftçi olduğu için çiftçice düşünmez". "çiftçi, çiftçice düşündüğü için çiftçidir.
varoluşçular kimseye yeni bir şey öğretmek istemez, yalnızca insanları tavır almaya çağırır.
varoluşçuların üzerinde önemle durdukları başka bir nokta da iç sıkıntısıdır. bu felsefede iç sıkıntısı yaşanması gereken bir şeydir ve gelişmenin belirtisidir. iç sıkıntısı, bireyin yaptığı özgür seçimlerin sonucudur ve varolmanın getireceği sonsuz hafifliğin hak edilmesi için gereklidir.
her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. her gün bir kez
dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana
bakıp, yüzümü yere eğdim. her gün bir gazeteye boş gözlerle
baktım. her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. her
gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. her gün bir kuzey
kışı indi içime. her gün karşımda duran fotoğraflarına
baktım. bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu
kadar bağlandın. her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm.
belki de her şey. her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim
sokaklarda. minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. her
gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. her gün hiçbir şeyi
anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı
düşündüm. güvercinleri yolculadım. her gün, günlere
dayanamadığımı düşündüm. kitapları alt alta dergileri
kıvırarak yan yana dizdim. ne idüğü belirsiz yerler benimle
yürüdü. gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı,
anlamadım. her gün bir taş parçası söktüm içimden. her gün
uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. her gün, gün bitiyor gece
bitmiyor dedim. her gün işlerin beni avutmadığını gördüm.
ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarız
diye sordum. öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan
düşersin dedim. her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik
durmaya ayırdım. her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden
geçirdim. her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde.
her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. her gün sana
bir kez "zalim" diye seslendim. her gün, yan yana oturup birbirine
rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. her gün o
kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. her gün "âh" ettim bir
kere, bir kere o âh'ı geri aldım. her gün "yol arkadaşım" dedim,
kahırla kapladım sözlerimi. her gün acını tattım. her gün
unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. her gün
insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. her gün bir
kilidi açmaya çalıştım. başka bir şey vardı, başka bir şey;
ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. çile
nedir, günah ne? bana ne bunlardan. dünyanın merkezi sendin her gün
ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara.
karrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa.
"...
sen güzel insansın
herkes biliyor bunu
yaramı alıp uzak şehirlere gidiyorsun
-saçlarımı düz bir denize ısmarlıyorum
utanma! ayıp değil ki bu
bak ben utanıyor muyum?
kanayana kadar dizlerim, misket oynarken
hem, unutma herkes birilerinin yarasını taşır uzaklara."
Penguen
penguen
bana sırtını dönme,
biliyorum, sana benziyorum
ve içinde saklı tuttuğum yele.
penguen
benim de içimde saklı tuttuğum
buzlu kıyılar, çığlık hatıraları
ben de senin kadar kaçkınım ve yaralı.
kim bağışlayacak beni, penguen
çizdim senin beyaz ve narin yerini.
bir yanım bembeyaz ışık
kör ediyor, bir yanım zehir gece
parktaki salıncağa binmeyi
beceremedim bugün ben de.
penguen bana sırtını dönme.
unutmadım aramızdaki beceriksiz dili.
dünya yordu bizi. benim de söyleyemediklerim
var. hiç söyleyemeyeceğim onları belki de.
uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu
geldikçe anlıyorum ki, biz,
bu dünya üstünde yürüyemiyoruz bile.
penguen,
kim bağışlayacak beni?
çizdim senin beyaz ve narin yerini
elimde unuttuğun ince metalle.
öteki
ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
onlar aşağıda siyah kalacak!
sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar terleyip sıçrayacak!
kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!
onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar.
onlar bir ömür taşlara su tutanlar.
onlar bir hatırada donmuş duranlar.
onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar.
siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü!
ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü.
ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası
onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar şaşı.
ah siz nasıl da "siz" siniz buram buram, onlar avam.
bu cahilin, yoksulun barbarın ışık neyine, onlar ziyan!
siz "it was very amazing" derken "and fun"
onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.
balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.
ve ipek ve aşk ve alev
sana böyle akmaktan çok korktuğum için
oldu her şey.
şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni.
...dünya çok üzücü bir yerdi, savaş filmlerini ve
samurayları eskisi gibi sevmiyordum.. bir boşluktan
aşağı mı bırakıyordum kendimi.. teller tenimi çizip
canımı mı yakıyordu.. mutsuzluğuma mı alışıyordum
seni severken.. yoksa kan kaybından mı ölüyordum..
daha fazla parçalanacak parçam yoktu...
neyse,
sevgilim telefonun öbür ucunda ruffles yiyordu.
ben meleğimin kanatlarını kırdım,
ordan geliyorum. siz yine ikiz bardakları
kırmayın. bir deliydim, elementlerin de ruhları
olduğuna inanıyordum,
aklıma suyun intiharı geliyordu hep,
şelale deyince,
divaneliği söylüyordum.
sana böyle akmaktan çok korktuğum içindi.
şelalenin sinirini bozdum az önce
ordan geliyorum.
dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana
bakıp, yüzümü yere eğdim. her gün bir gazeteye boş gözlerle
baktım. her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. her
gün bir kez "neredeyim" diye sordum kendime. her gün bir kuzey
kışı indi içime. her gün karşımda duran fotoğraflarına
baktım. bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu
kadar bağlandın. her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm.
belki de her şey. her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim
sokaklarda. minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. her
gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. her gün hiçbir şeyi
anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı
düşündüm. güvercinleri yolculadım. her gün, günlere
dayanamadığımı düşündüm. kitapları alt alta dergileri
kıvırarak yan yana dizdim. ne idüğü belirsiz yerler benimle
yürüdü. gördüğüm her "cümle" bana bir bıçak gibi battı,
anlamadım. her gün bir taş parçası söktüm içimden. her gün
uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. her gün, gün bitiyor gece
bitmiyor dedim. her gün işlerin beni avutmadığını gördüm.
ayrılık günlerini sonradan niçin sisli bir perde gibi hatırlarız
diye sordum. öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan
düşersin dedim. her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik
durmaya ayırdım. her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden
geçirdim. her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde.
her gün sana içimden bir kez "sevgilim" diye seslendim. her gün sana
bir kez "zalim" diye seslendim. her gün, yan yana oturup birbirine
rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. her gün o
kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. her gün "âh" ettim bir
kere, bir kere o âh'ı geri aldım. her gün "yol arkadaşım" dedim,
kahırla kapladım sözlerimi. her gün acını tattım. her gün
unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. her gün
insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. her gün bir
kilidi açmaya çalıştım. başka bir şey vardı, başka bir şey;
ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmiştim. çile
nedir, günah ne? bana ne bunlardan. dünyanın merkezi sendin her gün
ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara.
karrrrrrrrrraaaaaaaaaaaaaa.
"...
sen güzel insansın
herkes biliyor bunu
yaramı alıp uzak şehirlere gidiyorsun
-saçlarımı düz bir denize ısmarlıyorum
utanma! ayıp değil ki bu
bak ben utanıyor muyum?
kanayana kadar dizlerim, misket oynarken
hem, unutma herkes birilerinin yarasını taşır uzaklara."
Penguen
penguen
bana sırtını dönme,
biliyorum, sana benziyorum
ve içinde saklı tuttuğum yele.
penguen
benim de içimde saklı tuttuğum
buzlu kıyılar, çığlık hatıraları
ben de senin kadar kaçkınım ve yaralı.
kim bağışlayacak beni, penguen
çizdim senin beyaz ve narin yerini.
bir yanım bembeyaz ışık
kör ediyor, bir yanım zehir gece
parktaki salıncağa binmeyi
beceremedim bugün ben de.
penguen bana sırtını dönme.
unutmadım aramızdaki beceriksiz dili.
dünya yordu bizi. benim de söyleyemediklerim
var. hiç söyleyemeyeceğim onları belki de.
uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu
geldikçe anlıyorum ki, biz,
bu dünya üstünde yürüyemiyoruz bile.
penguen,
kim bağışlayacak beni?
çizdim senin beyaz ve narin yerini
elimde unuttuğun ince metalle.
öteki
ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
onlar aşağıda siyah kalacak!
sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar terleyip sıçrayacak!
kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!
onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar.
onlar bir ömür taşlara su tutanlar.
onlar bir hatırada donmuş duranlar.
onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar.
siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü!
ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü.
ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası
onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar şaşı.
ah siz nasıl da "siz" siniz buram buram, onlar avam.
bu cahilin, yoksulun barbarın ışık neyine, onlar ziyan!
siz "it was very amazing" derken "and fun"
onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.
balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.
ve ipek ve aşk ve alev
sana böyle akmaktan çok korktuğum için
oldu her şey.
şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni.
...dünya çok üzücü bir yerdi, savaş filmlerini ve
samurayları eskisi gibi sevmiyordum.. bir boşluktan
aşağı mı bırakıyordum kendimi.. teller tenimi çizip
canımı mı yakıyordu.. mutsuzluğuma mı alışıyordum
seni severken.. yoksa kan kaybından mı ölüyordum..
daha fazla parçalanacak parçam yoktu...
neyse,
sevgilim telefonun öbür ucunda ruffles yiyordu.
ben meleğimin kanatlarını kırdım,
ordan geliyorum. siz yine ikiz bardakları
kırmayın. bir deliydim, elementlerin de ruhları
olduğuna inanıyordum,
aklıma suyun intiharı geliyordu hep,
şelale deyince,
divaneliği söylüyordum.
sana böyle akmaktan çok korktuğum içindi.
şelalenin sinirini bozdum az önce
ordan geliyorum.
internetten derlediklerim...
Sinemada futurizm:
sinemayla ilgili bildirgesi 1916'da yine marinetti tarafından yayımlanan akım. bu bildirgeye göre, filmde mantık ve denge reddediliyor, teknik gösteriler destekleniyor, dünyanın içten geldiğince parçalara ayrılması ve sonra yine aynı yöntemle birleştirilmesi öneriliyordu.
aynı yıl, daha önce sinemadan uzak duran fütürist sanatçılar bir araya gelerek arnaldo ginna yönetiminde "gelecekçi yaşam" (vita futurista) adlı filmi yaparlar.
***
Resim sanatçılarının manifestosunda, özetle, şu ilkelere yer verilmiştir:
• Her türlü taklit formları hor görülmeli, özgün formlar yansıtılmalıdır.
• Ahenk ve güzel duygular hegemonyasına son verilmelidir. Rembrand'ın, Goya ve Rodin'in eserleri kolaylıkla yıkılabilir.
• Sanat eleştirisi yararsız ve zararlıdır.
• Bütün eski sanat konuları terk edilmeli, onların yerine gurur ve hızla dolu yaşam ifade olunmalıdır.
• Yenilikçileri sindirmek için kullanılan deli sıfatı bir şeref ünvanı sayılmalıdır.
• Hareket ve ışık maddeyi eritmelidir.
***
Empresiyonizm, fovizm, kübizm bazı sanat eleştirmenlerince bu sanat hareketlerine alaycı anlamda ve benzetmelerle verilen adlardı, Oysa fütürizm bir grup İtalyan sanatçısının filozofik, politik ve artistik ilkelere ve kavramlara göre oluşturdukları, niteliği ve amacı belli bir sanat hareketidir.
***
Hız yapan bir motor bir şaheserden daha güzel görülmüştür.
***
Kübizm tekniği ile form elemanlara, planlara ayrılır, görüş açıları çoğaltılır.
***
"Koşan bir atın dört değil yirmi ayağı vardır" diyen Fütüristler, her şeyden çok büyük kent hayatının heyecanları ile sarhoş oluyorlardı. "Bir oda içinde bakarak balkondaki bir kişiyi resmederken, ancak pencere çerçevesinin bize izin verdiği kadarı ile görüş alanımızı sınırlamıyoruz. Bilâkis balkondaki adamın görüp yaşadığı duygularını, çevresiyle vermek istiyoruz. Caddenin gürültüsü, sağda ve solda derinliğine giden evlerin sırası..."
***
16 — Eğri çizgiden, sarmaldan ve turnikeden tiksinti. Düz çizgi ve tünel aşkı. Kentlere ve kırsal alanlara tepeden trenlerin ve, otomobillerin hızı, kestirmenin ve görsel bireşimlerin optik alışkanlığını kazandırıyor bize. Yavaşlıktan, kılı kırk yarmalardan, uzun uzadıya çözümlemelerden ve, açıklamalar dan tiksinti. Hız, kısaltma, özet ve bireşim aşkı. “Hadi, hadi, çabucak, iki sözcükle söyleyin bana!”.
***
8 — Kadının gittikçe genişleyen özgürlüğünün ve ondan kaynaklanan erotik kolaylığının sonucu olarak e (duygu ya da şehvet düşkünlüğü). Aşkın değer kaybetmesi ayrıca, ka lüksün evrensel olarak abartılmasından kaynaklanır. Şunu demek istiyorum: Günümüzde kadın, aşktan çok lüksü seviyor. Erkek, lüks içinde olmayan kadını sevmiyor. Aşık, bütün prestijini kaybetti. Aşk da mutlak değerini kaybetti. Değinmekle yetindiğim karmaşık bir sorundur bu.
***
Cinematic analogies that use reality directly as one of the two elements of the analogy. Example: If we should want to express the anguished state of one of our protagonists, instead of describing it in its various phases of suffering, we would give an equivalent impression with the sight of a jagged and cavernous mountain.
http://www.unknown.nu/futurism/cinema.html
http://www.unknown.nu/futurism/
şimdi bunca maddeden sonra mayakovskinin pantolonlu bulutundan futurizme örneklerle bitirelim:
hız,hareket arayışı:
Düşünceniz
Sünepe beyninizde yatar ya miskin miskin
Yağ bağlamış bir uşak yatar gibi pis bir yatakta
teknolojinin sesini çağrıştırıyor:
Tuttu bütün dünyayı sesim, o korkunç gümbürtü;
aklıma direk guernica’daki kollar bacaklar dudaklar geldi..italyan faşizmi:
Derinizi kolaysa tersyüz edin benim gibi,
Ortada baştan aşağı dudaklar kalsın bir kere!
gökyüzünde patlayan bombalar gibi sanki:
- ve gök gibi, renk değiştirerek ansızın –
eskiye duyulan tiksinti,atasözleri:
ve atasözleri gibi yıpranmış kadınlar da...
Sinemada futurizm:
sinemayla ilgili bildirgesi 1916'da yine marinetti tarafından yayımlanan akım. bu bildirgeye göre, filmde mantık ve denge reddediliyor, teknik gösteriler destekleniyor, dünyanın içten geldiğince parçalara ayrılması ve sonra yine aynı yöntemle birleştirilmesi öneriliyordu.
aynı yıl, daha önce sinemadan uzak duran fütürist sanatçılar bir araya gelerek arnaldo ginna yönetiminde "gelecekçi yaşam" (vita futurista) adlı filmi yaparlar.
***
Resim sanatçılarının manifestosunda, özetle, şu ilkelere yer verilmiştir:
• Her türlü taklit formları hor görülmeli, özgün formlar yansıtılmalıdır.
• Ahenk ve güzel duygular hegemonyasına son verilmelidir. Rembrand'ın, Goya ve Rodin'in eserleri kolaylıkla yıkılabilir.
• Sanat eleştirisi yararsız ve zararlıdır.
• Bütün eski sanat konuları terk edilmeli, onların yerine gurur ve hızla dolu yaşam ifade olunmalıdır.
• Yenilikçileri sindirmek için kullanılan deli sıfatı bir şeref ünvanı sayılmalıdır.
• Hareket ve ışık maddeyi eritmelidir.
***
Empresiyonizm, fovizm, kübizm bazı sanat eleştirmenlerince bu sanat hareketlerine alaycı anlamda ve benzetmelerle verilen adlardı, Oysa fütürizm bir grup İtalyan sanatçısının filozofik, politik ve artistik ilkelere ve kavramlara göre oluşturdukları, niteliği ve amacı belli bir sanat hareketidir.
***
Hız yapan bir motor bir şaheserden daha güzel görülmüştür.
***
Kübizm tekniği ile form elemanlara, planlara ayrılır, görüş açıları çoğaltılır.
***
"Koşan bir atın dört değil yirmi ayağı vardır" diyen Fütüristler, her şeyden çok büyük kent hayatının heyecanları ile sarhoş oluyorlardı. "Bir oda içinde bakarak balkondaki bir kişiyi resmederken, ancak pencere çerçevesinin bize izin verdiği kadarı ile görüş alanımızı sınırlamıyoruz. Bilâkis balkondaki adamın görüp yaşadığı duygularını, çevresiyle vermek istiyoruz. Caddenin gürültüsü, sağda ve solda derinliğine giden evlerin sırası..."
***
16 — Eğri çizgiden, sarmaldan ve turnikeden tiksinti. Düz çizgi ve tünel aşkı. Kentlere ve kırsal alanlara tepeden trenlerin ve, otomobillerin hızı, kestirmenin ve görsel bireşimlerin optik alışkanlığını kazandırıyor bize. Yavaşlıktan, kılı kırk yarmalardan, uzun uzadıya çözümlemelerden ve, açıklamalar dan tiksinti. Hız, kısaltma, özet ve bireşim aşkı. “Hadi, hadi, çabucak, iki sözcükle söyleyin bana!”.
***
8 — Kadının gittikçe genişleyen özgürlüğünün ve ondan kaynaklanan erotik kolaylığının sonucu olarak e (duygu ya da şehvet düşkünlüğü). Aşkın değer kaybetmesi ayrıca, ka lüksün evrensel olarak abartılmasından kaynaklanır. Şunu demek istiyorum: Günümüzde kadın, aşktan çok lüksü seviyor. Erkek, lüks içinde olmayan kadını sevmiyor. Aşık, bütün prestijini kaybetti. Aşk da mutlak değerini kaybetti. Değinmekle yetindiğim karmaşık bir sorundur bu.
***
Cinematic analogies that use reality directly as one of the two elements of the analogy. Example: If we should want to express the anguished state of one of our protagonists, instead of describing it in its various phases of suffering, we would give an equivalent impression with the sight of a jagged and cavernous mountain.
http://www.unknown.nu/futurism/cinema.html
http://www.unknown.nu/futurism/
şimdi bunca maddeden sonra mayakovskinin pantolonlu bulutundan futurizme örneklerle bitirelim:
hız,hareket arayışı:
Düşünceniz
Sünepe beyninizde yatar ya miskin miskin
Yağ bağlamış bir uşak yatar gibi pis bir yatakta
teknolojinin sesini çağrıştırıyor:
Tuttu bütün dünyayı sesim, o korkunç gümbürtü;
aklıma direk guernica’daki kollar bacaklar dudaklar geldi..italyan faşizmi:
Derinizi kolaysa tersyüz edin benim gibi,
Ortada baştan aşağı dudaklar kalsın bir kere!
gökyüzünde patlayan bombalar gibi sanki:
- ve gök gibi, renk değiştirerek ansızın –
eskiye duyulan tiksinti,atasözleri:
ve atasözleri gibi yıpranmış kadınlar da...
Hiçbir dilde söylenmemiş
Hiçbir dilde yazılmamış
Sözler ve şarkılar içindeyim.
Edip Cansever
Pazar günüydü. Her günüm bir diğerine göre pazar günüydü zaten benim. Bomboş hayatlara özenirdim eskiden ve sonunda benim de boşluklarla dolu bir hayatım oldu. Artık hep aynı öyküyü okuyup aynı şarkıyı dinler hale geldim. Boşluklar ve gölgeler hep çizgileri anımsatır bu yüzden bana. Çizgiler kendini tekrar eder çünkü. Benim hayatım da çizgi çizgidir.
Güneşli bir pazara benziyordu. Pencereden dışarı bakmak istedim. Perdeler kapalıydı. Çizgi çizgi perdeler... Sert bir kayayı, ıslak bir tahtayı andıran perdeler… Pencereyi açtım. Dışarıdan çocuk sesleri geliyordu. Güneşli bir yaz günüydü. Hava serindi biraz. Karnım aç mıydı bilmiyorum. Canım bir şeyler yemek istiyordu ama midem pek istemiyor gibiydi. Genelde tam tersi olmaz mıydı? Bilmem. Belki de o gün diğerlerinden farklı bir gün olacaktı. Ters olmasındı ama farklı olsundu.
Kim ne derse desin, hava soğukken suyu sevmezdim. Ama yine de banyoya girdim. Güzelce yıkandım. Giyindim. Her zamankinden fazla özendim o gün. Dışarı çıktım. Uzun, inişli çıkışlı ve her gün tepip durmaktan yorulduğum bu sevimsiz yolu sanki hiç varolmamış bir zaman diliminde yürüdüm. Caddeye vardığımda kaldırıma çıkmak için attım ayağımı. Gözüm yolun kenarındaki mazgala takıldı. Çizgi çizgi demirlere, boşluklara baktım. Gözüm karardı. Sonra küçük beyaz bir ışık filan belirdi diyeceğim, tam uymayacak. Ama o ışık gibi şeyde uzun uzun tahtalar gördüm. Bir kulübe zemini gibi. Yerler çizgi çizgi. Sonra gitti ışık. Yoluma devam ettim.
Her yalnız çıkışımda dışarı, sokaklarda her yalnız dolaşışımda aklıma Dört Zait* öyküsü gelir. İçim daralır. Birileri bana bir şey soracakmış gibi gelir. Korkarım. Yol soracaklarmış gibi, ateş isteyeceklermiş gibi gelir. Açık söyleyeyim, insanları pek sevmem.
Sahil tarafına geçtim yolun. Müzik çalarımı çıkardım cebimden, kulaklıklarını taktım. Bastım düğmesine. Yumuşak şeyler dinlerdim genelde. Hayatım sert değildi. İçim biraz sertti ama. Belki çocukluktandı bu yumuşak huylu olamayışım belki ilk gençlik dönemimden belki de doğuştandı. Yalnızlığın büyük etkisi vardı ama. Etrafında biri olmayınca, insan neye hoşgörü göstereceğini bilemez. Ama ben yalnızlığı severdim. Biraz mecburiyetten, biraz başka türlü nasıl yaşandığını bilmediğimden. Bu yüzden çocukluğumun da ilk gençliğimin de garip bir izi, sesi vardır beynimin içinde. Ama hayır, asla kalbimde değildir o sesler, izler.
Yine de korkulacak bir şey yoktu. O pazar günü, biliyordum, farklı olacaktı. Sesler filan vız gelecekti. Uzun süredir kendime bile söyleyemediğim yalnızlık bıkkınlığı bugün boy gösterecekti.
Durdum. Denize çevirdim yüzümü. Küçük teknelere, kayıklara baktım. İçleri boştu. Kimse yoktu. Kimindir ki bunlar diye düşündüm. Sadece balıkçıların mıdır? Gökyüzüne baktım. Güneş bulutların arasından çıkıyordu galiba. Birden gözüm kamaştı. Yine o çizgileri gördüm. Düşecek gibi oldum. Çizgilerin arasından kayar gibi oldum. Korkuluk demirlerine tutundum. Sonra güneş tekrar girdi bulutların arasına. Ben de yürümeye devam ettim.
Biraz yorulunca gördüğüm ilk banka oturdum. Etrafta gözüme takılan, hayatımı doldurabilecek hiçbir şey yoktu. Biliyorum, böyle şeyler söylememek gerekir. İnsan durumundan bir şekilde memnun olmalıdır. Pişmanlık, hoşnutsuzluk iyi değildir, belki biraz başkalarına yapılmış haksızlıktır.
Şarkı bitti. Başa aldım. Sözler ne kadar önemli diye düşündüm sonra. Sözler, sesler, diller, şarkılar ne kadar önemli. Söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım. Sessiz akan bir ırmağım geceden.*
Sağıma soluma baktım. İnsanlara baktım. Sıkıldım denize baktım. Sonra insanlara baktım tekrar. Sonra bir kız çocuğu geldi yanıma oturdu. Yüzüme baktı. Bir şeyler söyledi. Kulaklığı çıkarıp,
“Pardon, ne demiştin?” dedim.
“Oturabilir miyim?” diye sordu. Annesi, babası var mı diye etrafa baktım. Kimse yok gibiydi.
“Gel, otur.” dedim. Elinde bir kitap vardı. Kitabın adına bakmak için boynumu eğdim. Başını kaldırdı. Göz göze geldik.
“Biliyor musun bu kitabı?” dedi. Bilmiyorum anlamında başımı iki yana salladım.
“Öyleyse ben bitirince sana vereyim.”
“Peki.” dedim. Sonra tekrar başını eğip, kitabını okumaya devam etti. Dokuz on yaşlarındaydı herhalde. Ne daha büyük ne daha küçük gösteriyordu.
Şaşırmıştım. Hem küçük bir kızın dışarıda tek başına ne yaptığına hem de neden biraz ileride boş bank varken benim yanıma oturduğuna anlam verememiştim. Üstü başı düzgündü. Sokak çocuklarına benzemiyordu. İsmi neydi acaba? Kaç yaşındaydı?
“Niye yalnızsın?” diye sordum.
“Yalnız değilim ki, sen varsın işte!” dedi.
“Peki ben neden yalnızım o zaman?”
“Değilsin, ben varım ya işte!”
Gözleri kocamandı. Simsiyahtı. Yerdeki gölgelerimize baktım. Onlar da siyahtı. İki kalın çizgiydik yerde. Sıcak taşlarda, iki koyu çizgiydik. Martılara baktım. Küçük m harfleri gibiydiler.
“Bak, havada m harfleri uçuyor.” dedim. Güldü. Kıkırdayarak güldü. Bir şey söylemedi.
“Karnın aç mı?” dedim.
“Biraz.” dedi.
Elimi omzuna koydum.
“Gel, bir şeyler yemeye gidelim.” dedim.
Müzik çalarımı kapattım, cebime koydum. Elinden tuttum küçük kızın. Ve bir şeyler yemeye gittik.
Boşluklar, gölgeler filan… Hiçbir şey kalmadı o gün hayatımda. Söylediğim gibi insanları pek sevmem. Ama rüyalar… İnsanın bir kez borcu kaldı mı rüyalara, birinin elinden tutmak zorunda kalır. Çizgili pijamamla her pazar buluştum o küçük kızla. Kitap okuma sırası bir türlü bana gelmese de, artık biraz seviyorum insanları.
* Sait Faik Abasıyanık. Mahalle Kahvesi.
* Ezginin Günlüğü. Bir Eflatun Ölüm.
Hiçbir dilde yazılmamış
Sözler ve şarkılar içindeyim.
Edip Cansever
Pazar günüydü. Her günüm bir diğerine göre pazar günüydü zaten benim. Bomboş hayatlara özenirdim eskiden ve sonunda benim de boşluklarla dolu bir hayatım oldu. Artık hep aynı öyküyü okuyup aynı şarkıyı dinler hale geldim. Boşluklar ve gölgeler hep çizgileri anımsatır bu yüzden bana. Çizgiler kendini tekrar eder çünkü. Benim hayatım da çizgi çizgidir.
Güneşli bir pazara benziyordu. Pencereden dışarı bakmak istedim. Perdeler kapalıydı. Çizgi çizgi perdeler... Sert bir kayayı, ıslak bir tahtayı andıran perdeler… Pencereyi açtım. Dışarıdan çocuk sesleri geliyordu. Güneşli bir yaz günüydü. Hava serindi biraz. Karnım aç mıydı bilmiyorum. Canım bir şeyler yemek istiyordu ama midem pek istemiyor gibiydi. Genelde tam tersi olmaz mıydı? Bilmem. Belki de o gün diğerlerinden farklı bir gün olacaktı. Ters olmasındı ama farklı olsundu.
Kim ne derse desin, hava soğukken suyu sevmezdim. Ama yine de banyoya girdim. Güzelce yıkandım. Giyindim. Her zamankinden fazla özendim o gün. Dışarı çıktım. Uzun, inişli çıkışlı ve her gün tepip durmaktan yorulduğum bu sevimsiz yolu sanki hiç varolmamış bir zaman diliminde yürüdüm. Caddeye vardığımda kaldırıma çıkmak için attım ayağımı. Gözüm yolun kenarındaki mazgala takıldı. Çizgi çizgi demirlere, boşluklara baktım. Gözüm karardı. Sonra küçük beyaz bir ışık filan belirdi diyeceğim, tam uymayacak. Ama o ışık gibi şeyde uzun uzun tahtalar gördüm. Bir kulübe zemini gibi. Yerler çizgi çizgi. Sonra gitti ışık. Yoluma devam ettim.
Her yalnız çıkışımda dışarı, sokaklarda her yalnız dolaşışımda aklıma Dört Zait* öyküsü gelir. İçim daralır. Birileri bana bir şey soracakmış gibi gelir. Korkarım. Yol soracaklarmış gibi, ateş isteyeceklermiş gibi gelir. Açık söyleyeyim, insanları pek sevmem.
Sahil tarafına geçtim yolun. Müzik çalarımı çıkardım cebimden, kulaklıklarını taktım. Bastım düğmesine. Yumuşak şeyler dinlerdim genelde. Hayatım sert değildi. İçim biraz sertti ama. Belki çocukluktandı bu yumuşak huylu olamayışım belki ilk gençlik dönemimden belki de doğuştandı. Yalnızlığın büyük etkisi vardı ama. Etrafında biri olmayınca, insan neye hoşgörü göstereceğini bilemez. Ama ben yalnızlığı severdim. Biraz mecburiyetten, biraz başka türlü nasıl yaşandığını bilmediğimden. Bu yüzden çocukluğumun da ilk gençliğimin de garip bir izi, sesi vardır beynimin içinde. Ama hayır, asla kalbimde değildir o sesler, izler.
Yine de korkulacak bir şey yoktu. O pazar günü, biliyordum, farklı olacaktı. Sesler filan vız gelecekti. Uzun süredir kendime bile söyleyemediğim yalnızlık bıkkınlığı bugün boy gösterecekti.
Durdum. Denize çevirdim yüzümü. Küçük teknelere, kayıklara baktım. İçleri boştu. Kimse yoktu. Kimindir ki bunlar diye düşündüm. Sadece balıkçıların mıdır? Gökyüzüne baktım. Güneş bulutların arasından çıkıyordu galiba. Birden gözüm kamaştı. Yine o çizgileri gördüm. Düşecek gibi oldum. Çizgilerin arasından kayar gibi oldum. Korkuluk demirlerine tutundum. Sonra güneş tekrar girdi bulutların arasına. Ben de yürümeye devam ettim.
Biraz yorulunca gördüğüm ilk banka oturdum. Etrafta gözüme takılan, hayatımı doldurabilecek hiçbir şey yoktu. Biliyorum, böyle şeyler söylememek gerekir. İnsan durumundan bir şekilde memnun olmalıdır. Pişmanlık, hoşnutsuzluk iyi değildir, belki biraz başkalarına yapılmış haksızlıktır.
Şarkı bitti. Başa aldım. Sözler ne kadar önemli diye düşündüm sonra. Sözler, sesler, diller, şarkılar ne kadar önemli. Söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım. Sessiz akan bir ırmağım geceden.*
Sağıma soluma baktım. İnsanlara baktım. Sıkıldım denize baktım. Sonra insanlara baktım tekrar. Sonra bir kız çocuğu geldi yanıma oturdu. Yüzüme baktı. Bir şeyler söyledi. Kulaklığı çıkarıp,
“Pardon, ne demiştin?” dedim.
“Oturabilir miyim?” diye sordu. Annesi, babası var mı diye etrafa baktım. Kimse yok gibiydi.
“Gel, otur.” dedim. Elinde bir kitap vardı. Kitabın adına bakmak için boynumu eğdim. Başını kaldırdı. Göz göze geldik.
“Biliyor musun bu kitabı?” dedi. Bilmiyorum anlamında başımı iki yana salladım.
“Öyleyse ben bitirince sana vereyim.”
“Peki.” dedim. Sonra tekrar başını eğip, kitabını okumaya devam etti. Dokuz on yaşlarındaydı herhalde. Ne daha büyük ne daha küçük gösteriyordu.
Şaşırmıştım. Hem küçük bir kızın dışarıda tek başına ne yaptığına hem de neden biraz ileride boş bank varken benim yanıma oturduğuna anlam verememiştim. Üstü başı düzgündü. Sokak çocuklarına benzemiyordu. İsmi neydi acaba? Kaç yaşındaydı?
“Niye yalnızsın?” diye sordum.
“Yalnız değilim ki, sen varsın işte!” dedi.
“Peki ben neden yalnızım o zaman?”
“Değilsin, ben varım ya işte!”
Gözleri kocamandı. Simsiyahtı. Yerdeki gölgelerimize baktım. Onlar da siyahtı. İki kalın çizgiydik yerde. Sıcak taşlarda, iki koyu çizgiydik. Martılara baktım. Küçük m harfleri gibiydiler.
“Bak, havada m harfleri uçuyor.” dedim. Güldü. Kıkırdayarak güldü. Bir şey söylemedi.
“Karnın aç mı?” dedim.
“Biraz.” dedi.
Elimi omzuna koydum.
“Gel, bir şeyler yemeye gidelim.” dedim.
Müzik çalarımı kapattım, cebime koydum. Elinden tuttum küçük kızın. Ve bir şeyler yemeye gittik.
Boşluklar, gölgeler filan… Hiçbir şey kalmadı o gün hayatımda. Söylediğim gibi insanları pek sevmem. Ama rüyalar… İnsanın bir kez borcu kaldı mı rüyalara, birinin elinden tutmak zorunda kalır. Çizgili pijamamla her pazar buluştum o küçük kızla. Kitap okuma sırası bir türlü bana gelmese de, artık biraz seviyorum insanları.
* Sait Faik Abasıyanık. Mahalle Kahvesi.
* Ezginin Günlüğü. Bir Eflatun Ölüm.
Turgut Uyar'ın “Tel Cambazı”na,
Üç kişiydik. İkisi de benden yaşça büyüktü. Bu hemen anlaşılıyordu yüzlerinden. Sağdaki koltukta oturan diğerine göre biraz kiloluydu. Bu sıcakta delirmiş gibi uzun kollu siyah bir gömlek giymişti. Gerçi içerisi serindi, klima çalışıyordu ama insan dışarıda nasıl dururdu o gömlekle? Diğerinin giysileri daha mantıklıydı. Keten bir şortu vardı ayağında. Bak bu çok uygun bir giysiydi böyle bir havaya. Üstüne de kısa kollu bir tişört giymişti. Her neyse, üç kişiydik işte.
Diğerlerine “Hoş geldiniz.”, bana “N’aber Mustafa?”, dedi doktor. Diğerleri başını salladı. Ben, “İyi.”, dedim.
“Deden nasıl?”
“İyi dedem de. Dişleri bıraktım oraya.”
“Tamam Mustafa. On beş dakikaya hallolur. Sen bekleyiver.”
Dergiler vardı. Ama ben gazeteyi okudum. Dünkü gazeteymiş sonradan fark ettim. Allahtan dün gazete okumamıştım. İyi oldu. On dakika geçmiş bile. Gazeteyi tekrar sehpanın üstüne bırakıp pencereden dışarı baktım.
Karşı apartmanın üçüncü katında, balkonunda işte, bir kadın vardı. Çamaşır asıyordu. Güzeldi. Gençti de. Yeni evlenmiştir herhalde diye düşündüm. Yoksa insan neden bu kadar hevesli assın ki çamaşırları. Zaten hala bu kadar güzelse...
Bir on dakika daha geçmiş. İşi uzadı herhalde doktorun, dedim. Sonra getirdi ama dişleri.
Dişçiden çıkınca karşıdaki bakkala uğradım. Dondurmayla su aldım. Yolun karşısında bir sürü kitapçı var. Oradan yürümek için karşıya geçtim. Yeni şiir kitapları gelmiş aslında. Ama almadım. Bugünlerde okuyasım gelmiyor pek. Birkaç vitrin sonra belediye tiyatrosuna geldim. Yeni oyunun afişi vardı. Denge... İsmi güzelmiş diye düşündüm. Sonra yanıma bir kadın geldi. O da afişe bakmak için yaklaşmıştı herhalde. Kafamı birazcık çevirip baktım. Çok çevirmedim ama yine de tanıdım kadını. Ortaokuldan, arkadaşım Ali'nin annesiydi.
“Aa Mustafa n'aber oğlum? Nasılsın?”
“İyiyim sağ olun. Siz nasılsınız?”
“İyiyim Mustafacığım, sağ ol. Şu oyunu merak ettim de bir bakayım demiştim.”
“...”
“Ben giriyorum içeri, bilet alacağım. Sen de izleyecek miydin?”
“Oyun kaçtaymış ki?”
“14.30 yazıyor. On dakikası var daha.”
“Bilmem ki. Olur aslında. Geleyim ben de.”
Beraber girdik salona adını hatırlamadığım Ali'nin annesiyle. Dondurmanın kalanını da çöpe attım.
“Ben bir elimi, yüzümü yıkayıp geleyim.”
Önce tuvalete girdim. Sonra yıkadım elimi, yüzümü. Salona dönerken bir an tereddüt ettim. Niye girdim ki ben bu oyuna, ne gerek var, diye düşündüm. Canım da istemiyordu üstelik. Gitsem mi, dedim. Vazgeçtim sonra.
Oyuna beş dakika vardı daha.
“Ali nasıl? Neler yapıyor?”
“İyi çocuğum Ali de. Yaz başında Mine'yle nişanlandı işte. Bilirsin Mine'yi sizin sınıftaydı o da.”
“Biliyorum. Hayırlı olsun.”
Buna benzer bir iki laf daha ettik. Salon çok kalabalık değildi. Üç beş kişi ya var ya yoktuk. Tam sayıyı hatırlayamıyorum şimdi.
***
— Her zaman bunu yapmak zorunda mısın Lina?
— Artık seni anlayamıyorum!
— Bunu benim söylemem gerekiyor aslında. Bıktım anlıyor musun? Yeter artık! Aynı sokaklarda yürümekten aynı ağaçların yapraklarına, ölmüş yapraklarına basmaktan sıkıldım, anlıyor musun Lina? Bütün iyi niyetimi suistimal etmenden de sıkıldım. Gitmek istiyorum buradan. Sana olan inancımı ayakta tutmaya çalışırken, sen tutmuş, annemden ayrılamam, diyorsun.
***
Mine güzel kızdı. Ali'yi pek sevmediğim geldi aklıma birden. Sürekli el şakası yapardı bu Ali. Basbayağı salak bir çocuktu. Neyse...
Oyunun ilk perdesi bitti.
“Ben gideyim.”
“Aa nereye Mustafa? Daha bitmedi ki oyun.”
“Biliyorum da. Dedemin takma dişlerini götürecektim eve. Unutmuşum. Gitsem daha iyi olacak.”
Çıktım tiyatrodan. Hava biraz serinlemişti. İnanılmaz bir rahatlama duygusu sardı beni bir anda. Sonra evin sokağına girmek için caddeden karşıya geçecektim.
O anda biri sanki bana seslendi. Tam geçecekken yani... “Mustafaaa!”, diye bağırdı biri. Arkama döndüm.
***
“Sonra Mustafa, baktım bir kalabalık. Yaklaştım yanlarına. Cadde de vızır vızır. Bir baktım, yerde kan içinde yatıyorsun. Bisikletli bir çocuk çarpmış sana. Kafanı da kaldırım taşına vurup yarmışsın. Ambulans filan geldi işte. Getirdik seni buraya. Doktor bir ay istirahat verdi. Ayak tarağında mı ne kırıklar varmış. Nasıl çarptıysa artık çocuk, hayret yani. Onda bir şey yok ama. Neyse Mustafacığım, verilmiş sadakan varmış. Ha, bir de bir iki dişin mi ne kırılmış. Kemiklerin kaynayınca onun da çaresini düşünecekmiş doktor. Öyle dedi. Tekrar büyük geçmiş olsun Mustafacığım.”
“Sağ ol, Ahmet. Ya Ahmet, dedemin dişleri kaldı. Onları da götüremedim, ölmüştür adam açlıktan bunca saat.”
“Merak etme Mustafa ben çoktan götürdüm Fazıl Amca'nın dişlerini, düşünme sen. Bak dönüşte de sana bir iki kitap aldım. Şiir seversin sen. Neyse, ben kaçıyorum şimdilik. Gelirim sonra tekrar.”
Odada dört kişiydik. İkisinin kolu veya bacağı benim gibi alçıdaydı. Bu sıcakta! Diğerlerinde kırık çıkık yok gibiydi. Ben pencere kenarındaki yataktaydım. Şanslıymışım. Pencereden dışarı baktım. Karşı apartmanda, ikinci katta, pencere pervazlarından birinde, bir kadın vardı. Camları siliyordu. Güzeldi.
Durmadan akşam, durmadan sabah, durmadan
Sonra akşam, sonra sabah, durmadan
Zorla akşam, zorla sabah, durmadan*
Bıktım yemin ederim. Ulan ne hayat be! Sabahın körüyle gecenin körünün birbirini her yakalayışında küfredesim geliyor hayata. Hayatmış! At gitsin çöpe.
Saygıdeğer okuyucu,
Öfkemi ve tepemdeki sinirlerimi sana niye acımasızca yansıttığımı açıklamamı bekliyorsun. Haklısın. Kim olduğumu bilmediğini ve benim de senin kim olduğunu bilmediğimi anladığında, harcadığın birkaç dakikan için üzülmeyeceksin. Sana garanti verebilirim. Çünkü anlatacaklarım seni Tanrı’na şükrettirecek.
Ben bir muavinim. Bir otobüs şoförü muavini. Aydın- Giresun istikametinde ikamet ediyorum. Gündüzleri yolları izlemeyi, geceleri yolları izlemeyi, boş zamanlarımda yolları izlemeyi severim. Daha doğrusu severdim. Artık hiç sevmiyorum bu yaşam tarzını. “ tarz” kelimesini filan kullandım diye bilgili, görgülü biri sanmışsındır beni Allah bilir. Bildiğim ve gördüğüm en belirgin yaşam parçaları, trafik levhaları. Tasarımlarını başarılı bulsam da daha sürrealist yaklaşılabilirmiş diye düşünüyorum. Bu “sürrealist” kelimesini de bir yolcudan duymuştum. Bir bayandı. Konuşacak birini bulamayınca beni çağırmıştı yanına. Tam iki saat aralıksız konuşmuştu. Entel dantel dedikleri cinsten.
Seni tanımadığımı söylemiştim ya biraz önce, aslında kısmen tanıyorum seni. Kaşının, gözünün rengini, sağ profilinin kırk beş derece açıyla nasıl olduğunu bilmesem de ne denli sinir bozucu bir yolcu olabileceğin ihtimalini adım gibi biliyorum. Kızma bana saygıdeğer okuyucu. Biraz ukalayım, idare ediver. Sinirlenme bana ve bu mektubu sonuna kadar oku.
Bir sürü şoför tanıdığım var benim. Anadolu’yu gezip dolaşmak istesem, her tarafına götürür beni bu bıyıklı, gözlüklü adamlar. Seve seve götürürler. Hem de tek kuruş harcatmadan. Ama zaman yok ki anasını satayım. Gece gündüz yolları izlemekten zaman yok! “ Olur mu öyle şey? Hem muavin olacaksın hem de dolaşamayacaksın istediğin yerleri! Saçmalık!” diyeceksin saygıdeğer okuyucu biliyorum. Ama senin sandığın gibi değil işin gerçeği. Ekmek dediğin gezip tozmak bilmez. Sabitçe durur aslanın ağzında. Ben gideyim de alayım diye bekler. Giderim de alamam bir türlü. Beni de hapseder aslan ağzına, ben de sabitçe dururum ekmek gibi.
Yirmi altı yaşındayım ben saygıdeğer okuyucu. Ömrümün baharındayım anlayacağın. Ama senden çok insan tanıdığımdan hızla geçiyor benim baharım. Bir gün küçük bir çocuk geldi yanıma, ön tarafa. Su istedi, verdim. Teşekkür etti. Tam dönüp gidecekken yaşımı sordu. “ Ohoo! Sen daha küçükmüşsün. Ben de otuzundan fazla sandıydım seni.” Ulan, dedim. Velede bak! Ne anlar ki küçücük çocuk benim kaç yaşında gösterdiğimden. Anlamaz değil mi saygıdeğer okuyucu?
Bıktım billahi bu hayattan! Ömrüm sonu olmayan gelgitlerle geçiyor. Aynı yollarda gelip gidiyorum sürekli. Yol yorgunluğu dedikleri, ilacı olmayan bir de hastalığım var. Geçmek bilmiyor.
“ Niye bana söylüyorsun bunları?” diyeceksen saygıdeğer okuyucu, söyleyeyim. Çünkü etten kemikten insanlar çare olamıyorlar derdime. Seninse uzaklardan, su buharın yardım eder diye umuyorum.
Bir gün genç bir matematik öğretmenine anlattım sıkıntımı. Kafasını sallaya sallaya dinledi. Ben anlattıkça o dinledi. Sustum, o da durdu. Birkaç saniye anlamsızca baktı yüzüme, sonra şöyle dedi: “ Üzgünüm arkadaşım ben matematikçiyim. Senin derdine çare fizikçilerde. Çünkü senin hayatın basit bir harmonik hareket.” Bir şey anlamadım dediğinden. Harmonik ne ki ulan, dedim kendi kendime. Sonra bizim Süleyman Abi’ye sordum, üflemeli bir çalgı, dedi. Neyse saygıdeğer okuyucu, anlayacağın ümitsiz vakayım ben.
Saygı, sevgi dedikleri şeyden de kalmadı artık içimde. Saygıyı sadece sana değer buluyorum saygıdeğer okuyucu. Sevgiyi de bırakalı uzun zaman oldu. Sen hiç aşık oldun mu saygıdeğer okuyucu? Ben olmuştum bir keresinde. Öyle güzeldi ki, şerefsizim. Sol yanımdan yakalayıvermişti beni. Bir bardak çay istese, bütün çay tarlalarını alıveresim geliyordu. Su istese şarıl şarıl akıveresim...Bir teşekkür ediyordu, bütün vidalarım gevşeyiveriyordu, raylarım salıveriyordu kendini. Pek güzel kızdı Zeynep’im. Adını yolcu listesinden öğrenmiştim. Hafif meşrep filandı ama pek güzel kızdı. Kısa sürdü ilişkimiz. On sekiz saat kadar. Bir ara dedim ki, bozayım şu arabanın motorunu, beş saat daha uzatayım şu ilişkiyi. Vazgeçtim sonra.
Ah saygıdeğer okuyucu, bilsen ne zor haldeyim! Bana yardım edebilecek olsan etmek ister miydin? En azından benimle birkaç saatliğine sohbet etmek ister miydin? Bu mektubu buraya kadar okuduğun için ben seninle tanışmak isterdim. Bir de sol profilinden bakmak isterdim sana. Binerdin Giresun’dan 22.15 arabasına, sabaha kadar muhabbet ederdik. Afyon’da kahvaltımızı ederdik. Çaylar şirketten olurdu. Aydın’a varınca bir iki saat bir parkta otururduk. Senin cebinde paran olurdu, alışveriş yapardın. Güzel, kırmızı bir kazak alırdın. Dönüşte o kazağını giyerdin. Giresun’a döndüğümüzde seninle iyi birer dost olarak ayrılırdık. Ve sen, her üç günde bir 22.15 arabasına binerdin.
Seni tanımak isterdim saygıdeğer okuyucu. Öyle çaresiz ve yalnızım ki, seninle dost olmak isterdim. Biraz önce sinir bozucu filan demiştim ya senin için, ciddiye alma o sözlerimi. Onları seni tanımak istemeden önce söylemiştim. Ama şimdi seni gerçekten tanımak istiyorum.
Benim hayatım kısa ve kesik çizgilerden oluşan bir yangın alarmı gibi. Seninki nasıl acaba?
Yok yok, anladım ben. Sen iyi insansın. Yarın akşam 22.15 arabasına bineceğinden de eminim. Yanına küçük bir çanta al sadece. Fazla yüklenme. Aydın’da gezerken ağırlık olmasın. Geleceksin biliyorum. Ve perşembe gecemi cumaya bağlayan bu yolculuğumu, buradan, sana ithaf ediyorum.
* yaşar kurt
Sonra akşam, sonra sabah, durmadan
Zorla akşam, zorla sabah, durmadan*
Bıktım yemin ederim. Ulan ne hayat be! Sabahın körüyle gecenin körünün birbirini her yakalayışında küfredesim geliyor hayata. Hayatmış! At gitsin çöpe.
Saygıdeğer okuyucu,
Öfkemi ve tepemdeki sinirlerimi sana niye acımasızca yansıttığımı açıklamamı bekliyorsun. Haklısın. Kim olduğumu bilmediğini ve benim de senin kim olduğunu bilmediğimi anladığında, harcadığın birkaç dakikan için üzülmeyeceksin. Sana garanti verebilirim. Çünkü anlatacaklarım seni Tanrı’na şükrettirecek.
Ben bir muavinim. Bir otobüs şoförü muavini. Aydın- Giresun istikametinde ikamet ediyorum. Gündüzleri yolları izlemeyi, geceleri yolları izlemeyi, boş zamanlarımda yolları izlemeyi severim. Daha doğrusu severdim. Artık hiç sevmiyorum bu yaşam tarzını. “ tarz” kelimesini filan kullandım diye bilgili, görgülü biri sanmışsındır beni Allah bilir. Bildiğim ve gördüğüm en belirgin yaşam parçaları, trafik levhaları. Tasarımlarını başarılı bulsam da daha sürrealist yaklaşılabilirmiş diye düşünüyorum. Bu “sürrealist” kelimesini de bir yolcudan duymuştum. Bir bayandı. Konuşacak birini bulamayınca beni çağırmıştı yanına. Tam iki saat aralıksız konuşmuştu. Entel dantel dedikleri cinsten.
Seni tanımadığımı söylemiştim ya biraz önce, aslında kısmen tanıyorum seni. Kaşının, gözünün rengini, sağ profilinin kırk beş derece açıyla nasıl olduğunu bilmesem de ne denli sinir bozucu bir yolcu olabileceğin ihtimalini adım gibi biliyorum. Kızma bana saygıdeğer okuyucu. Biraz ukalayım, idare ediver. Sinirlenme bana ve bu mektubu sonuna kadar oku.
Bir sürü şoför tanıdığım var benim. Anadolu’yu gezip dolaşmak istesem, her tarafına götürür beni bu bıyıklı, gözlüklü adamlar. Seve seve götürürler. Hem de tek kuruş harcatmadan. Ama zaman yok ki anasını satayım. Gece gündüz yolları izlemekten zaman yok! “ Olur mu öyle şey? Hem muavin olacaksın hem de dolaşamayacaksın istediğin yerleri! Saçmalık!” diyeceksin saygıdeğer okuyucu biliyorum. Ama senin sandığın gibi değil işin gerçeği. Ekmek dediğin gezip tozmak bilmez. Sabitçe durur aslanın ağzında. Ben gideyim de alayım diye bekler. Giderim de alamam bir türlü. Beni de hapseder aslan ağzına, ben de sabitçe dururum ekmek gibi.
Yirmi altı yaşındayım ben saygıdeğer okuyucu. Ömrümün baharındayım anlayacağın. Ama senden çok insan tanıdığımdan hızla geçiyor benim baharım. Bir gün küçük bir çocuk geldi yanıma, ön tarafa. Su istedi, verdim. Teşekkür etti. Tam dönüp gidecekken yaşımı sordu. “ Ohoo! Sen daha küçükmüşsün. Ben de otuzundan fazla sandıydım seni.” Ulan, dedim. Velede bak! Ne anlar ki küçücük çocuk benim kaç yaşında gösterdiğimden. Anlamaz değil mi saygıdeğer okuyucu?
Bıktım billahi bu hayattan! Ömrüm sonu olmayan gelgitlerle geçiyor. Aynı yollarda gelip gidiyorum sürekli. Yol yorgunluğu dedikleri, ilacı olmayan bir de hastalığım var. Geçmek bilmiyor.
“ Niye bana söylüyorsun bunları?” diyeceksen saygıdeğer okuyucu, söyleyeyim. Çünkü etten kemikten insanlar çare olamıyorlar derdime. Seninse uzaklardan, su buharın yardım eder diye umuyorum.
Bir gün genç bir matematik öğretmenine anlattım sıkıntımı. Kafasını sallaya sallaya dinledi. Ben anlattıkça o dinledi. Sustum, o da durdu. Birkaç saniye anlamsızca baktı yüzüme, sonra şöyle dedi: “ Üzgünüm arkadaşım ben matematikçiyim. Senin derdine çare fizikçilerde. Çünkü senin hayatın basit bir harmonik hareket.” Bir şey anlamadım dediğinden. Harmonik ne ki ulan, dedim kendi kendime. Sonra bizim Süleyman Abi’ye sordum, üflemeli bir çalgı, dedi. Neyse saygıdeğer okuyucu, anlayacağın ümitsiz vakayım ben.
Saygı, sevgi dedikleri şeyden de kalmadı artık içimde. Saygıyı sadece sana değer buluyorum saygıdeğer okuyucu. Sevgiyi de bırakalı uzun zaman oldu. Sen hiç aşık oldun mu saygıdeğer okuyucu? Ben olmuştum bir keresinde. Öyle güzeldi ki, şerefsizim. Sol yanımdan yakalayıvermişti beni. Bir bardak çay istese, bütün çay tarlalarını alıveresim geliyordu. Su istese şarıl şarıl akıveresim...Bir teşekkür ediyordu, bütün vidalarım gevşeyiveriyordu, raylarım salıveriyordu kendini. Pek güzel kızdı Zeynep’im. Adını yolcu listesinden öğrenmiştim. Hafif meşrep filandı ama pek güzel kızdı. Kısa sürdü ilişkimiz. On sekiz saat kadar. Bir ara dedim ki, bozayım şu arabanın motorunu, beş saat daha uzatayım şu ilişkiyi. Vazgeçtim sonra.
Ah saygıdeğer okuyucu, bilsen ne zor haldeyim! Bana yardım edebilecek olsan etmek ister miydin? En azından benimle birkaç saatliğine sohbet etmek ister miydin? Bu mektubu buraya kadar okuduğun için ben seninle tanışmak isterdim. Bir de sol profilinden bakmak isterdim sana. Binerdin Giresun’dan 22.15 arabasına, sabaha kadar muhabbet ederdik. Afyon’da kahvaltımızı ederdik. Çaylar şirketten olurdu. Aydın’a varınca bir iki saat bir parkta otururduk. Senin cebinde paran olurdu, alışveriş yapardın. Güzel, kırmızı bir kazak alırdın. Dönüşte o kazağını giyerdin. Giresun’a döndüğümüzde seninle iyi birer dost olarak ayrılırdık. Ve sen, her üç günde bir 22.15 arabasına binerdin.
Seni tanımak isterdim saygıdeğer okuyucu. Öyle çaresiz ve yalnızım ki, seninle dost olmak isterdim. Biraz önce sinir bozucu filan demiştim ya senin için, ciddiye alma o sözlerimi. Onları seni tanımak istemeden önce söylemiştim. Ama şimdi seni gerçekten tanımak istiyorum.
Benim hayatım kısa ve kesik çizgilerden oluşan bir yangın alarmı gibi. Seninki nasıl acaba?
Yok yok, anladım ben. Sen iyi insansın. Yarın akşam 22.15 arabasına bineceğinden de eminim. Yanına küçük bir çanta al sadece. Fazla yüklenme. Aydın’da gezerken ağırlık olmasın. Geleceksin biliyorum. Ve perşembe gecemi cumaya bağlayan bu yolculuğumu, buradan, sana ithaf ediyorum.
* yaşar kurt
--“Ekmek arası yiyorum şimdi. Kahvaltıdan kalkalı iki saat oldu. Uzmanlar diyor ki az yeyin sık yeyin. Bunu deniyorum ben de bu aralar. Annem olsa kızardı. Atıştırıp durma yemekten önce diye.
Strestenmiş baş ağrılarım. Hemen bir koca bulmalıymışım kendime. Yeni doktorlar daha ciddiyetsiz eskilerine göre. İki kez sara nöbeti gibi bir baş ağrısı geçirmişim. Hatırlıyorum. Saçlarımı çekiştire çekiştire, ağlaya ağlaya geçirmiştim o saatleri. Baş ağrısı…Bir hastalık için fazla arabesk bu isim. Sinüzit, farenjit gibi değil mesela. Antidepresan verdi sevgili ciddiyetsiz doktorum. İki ay kullan dedi. İki ay başka biri olacağım yani. Dikkatsiz, sorumsuz ve baş ağrısız.
Anlamıyorlar beni Murat. Farkına varmıyorlar ışığın gözlerimi yorduğunun. Israrla güneşe çıkarıyorlar beni. Çalış diyorlar. Çalış! Kurtulmaya çalış! İstemediğimi de anlatamıyorum bir türlü. Bambaşkayım artık. Yetersiz ve dengesizim. Şu cümleleri bile toparlayamamak nasıl utanç verici anlatamam.”--
Niye söylemedin daha önce baş ağrıların olduğunu? Sebebi ben olduğum için mi yoksa? Biliyorum Canan, biliyorum. Kalabalıklar yoruyor insanı. Ama dinlenmek için de hep yorulmak gerekiyor.
Çok değiştim ben Canan. Önceki Murat’tan eser kalmadı. Acıma duyumu yitirdim. Gülüp geçiyorum her şeye.
Hani çok sevdiğim bir vazo vardı, hatırladın mı? Küçük Bahar’ın aldığı. Geçen akşam sinirlenip balkondan aşağı fırlattım. Bahar’ın gözleri ışıldıyor o vazoda çünkü. Bahar’ın gözleri artık yok çünkü. Bahar hastalığa mağlup oldu çünkü!
Burası yağmurlu. Toprak kokusu beni çileden çıkarıyor. Bahar’ı hapseden toprak bana acı veriyor artık. Bu aralar sadece kendimle savaşıyorum. Kendim ve ben çatışıyoruz sürekli. Uzlaşmak çok zor ve gereksiz geliyor biliyor musun? Belki benim de vardır baş ağrılarım. Ama hiç hissetmiyorum. Sarhoşum çünkü. Son birkaç gündür yalnızca sarhoşum.
Bahçedeki portakal ağacını kestim geçenlerde. Her şeyim tamam da bir c vitaminim eksik sanki! İhtiyacım yok artık meyvelere filan. Zaten Cihan teyzeyle her gün kavga eder oldum. Evin badanası gelmişmiş. Konu komşuya rezil oluyormuşuz. Sokaktaki en kötü bina bizimkisiymiş. İki katlı küçücük bir apartman işte, ne gerek var bu kadar özenmeye anlamıyorum.
İyi değilim Canan! Hiç iyi değilim. Ruhum vücudumdan daha hasta. İşlerim de iyi gitmiyor. Editörle tartıştım geçen hafta. Eskilerde kalmışım. Öyle diyor. Oysa bende eskiye dair bir şey kalmadı.
Yakın geçmişi anlatıyorum sadece fark ettiysen. Şarkıları da bıraktım, gitar çalmayı da. Bütün bunları sana niye söylüyorum bilmiyorum. Belki de serpiştiriyorum sözcükleri öylesine. Beni yanlış anla istiyorum. Ya da hiç anlama…Vazgeç benle tanışık olmaktan. Cevap da yazmayacaktım aslında. Saygım, sevgim değişmemiş zannedersem. Zaman onları etkilememiş ki istemsiz olarak oynuyor kalemle parmaklarım.
Niye değiştiğimi bilmek isteyeceksin biliyorum. Meraklanacaksın. Ben de çok merak ediyorum neden değiştiğimi. İnan bana! Kızma ne olur Canan! Senin beni düşündüğün kadar aklıma getirmiyorum seni biliyorum. Ama elimde değil. Şiddetten uzak yaşayayım istiyorum. Şiddetle sevmeyeyim seni diyorum. Seni düşünüyorum ama bunu söylerken. Neyse…Unut yani beni. Boş verilmiş olmak istiyorum senin tarafından.
Son kullanma tarihim geliyor galiba. O gelmeden ben gideyim diyorum. Kaçayım. Bir hafta sonra taşınıyorum bu evden. Korkularımı ve son halimi burada bırakıp defolup gideceğim.
Öykülerimi ilk okuduğunda, hayatımın içine kadar gireceğini tahmin edebilmiş miydin? Beni yalnızca kağıtlarda yaşamayacağına inanmış mıydın? Gelen mektuplar arasında nasıl da fark ettirmiştin kendini. “ Hayatımın geri kalanına sizsiz devam etmek acı verir bana! Ne olur hep yazın. Düşlerimin pembe dizilerine kadar girdi küçük yaşamlarınız. Acaba beni de yaşayıp yazar mıydınız?”
Ben seni yaşadım Canan. Ve yazma vaktim geldi. İnan seni fazlasıyla yaşadım ve bitirdim. Üzgünüm. Çok üzgünüm. Bu kadarına yetti yüreğim. Cesur değilim bilirsin beni. Yüreksizim. Affet!
Kapı çalıyor. Galiba okur mektupları geldi. Biliyor musun biriyle tanıştım. Adı Şule. Geçenlerde mektup yazmış. Şöyle diyor: “ Hayatımın geri kalanına…
Strestenmiş baş ağrılarım. Hemen bir koca bulmalıymışım kendime. Yeni doktorlar daha ciddiyetsiz eskilerine göre. İki kez sara nöbeti gibi bir baş ağrısı geçirmişim. Hatırlıyorum. Saçlarımı çekiştire çekiştire, ağlaya ağlaya geçirmiştim o saatleri. Baş ağrısı…Bir hastalık için fazla arabesk bu isim. Sinüzit, farenjit gibi değil mesela. Antidepresan verdi sevgili ciddiyetsiz doktorum. İki ay kullan dedi. İki ay başka biri olacağım yani. Dikkatsiz, sorumsuz ve baş ağrısız.
Anlamıyorlar beni Murat. Farkına varmıyorlar ışığın gözlerimi yorduğunun. Israrla güneşe çıkarıyorlar beni. Çalış diyorlar. Çalış! Kurtulmaya çalış! İstemediğimi de anlatamıyorum bir türlü. Bambaşkayım artık. Yetersiz ve dengesizim. Şu cümleleri bile toparlayamamak nasıl utanç verici anlatamam.”--
Niye söylemedin daha önce baş ağrıların olduğunu? Sebebi ben olduğum için mi yoksa? Biliyorum Canan, biliyorum. Kalabalıklar yoruyor insanı. Ama dinlenmek için de hep yorulmak gerekiyor.
Çok değiştim ben Canan. Önceki Murat’tan eser kalmadı. Acıma duyumu yitirdim. Gülüp geçiyorum her şeye.
Hani çok sevdiğim bir vazo vardı, hatırladın mı? Küçük Bahar’ın aldığı. Geçen akşam sinirlenip balkondan aşağı fırlattım. Bahar’ın gözleri ışıldıyor o vazoda çünkü. Bahar’ın gözleri artık yok çünkü. Bahar hastalığa mağlup oldu çünkü!
Burası yağmurlu. Toprak kokusu beni çileden çıkarıyor. Bahar’ı hapseden toprak bana acı veriyor artık. Bu aralar sadece kendimle savaşıyorum. Kendim ve ben çatışıyoruz sürekli. Uzlaşmak çok zor ve gereksiz geliyor biliyor musun? Belki benim de vardır baş ağrılarım. Ama hiç hissetmiyorum. Sarhoşum çünkü. Son birkaç gündür yalnızca sarhoşum.
Bahçedeki portakal ağacını kestim geçenlerde. Her şeyim tamam da bir c vitaminim eksik sanki! İhtiyacım yok artık meyvelere filan. Zaten Cihan teyzeyle her gün kavga eder oldum. Evin badanası gelmişmiş. Konu komşuya rezil oluyormuşuz. Sokaktaki en kötü bina bizimkisiymiş. İki katlı küçücük bir apartman işte, ne gerek var bu kadar özenmeye anlamıyorum.
İyi değilim Canan! Hiç iyi değilim. Ruhum vücudumdan daha hasta. İşlerim de iyi gitmiyor. Editörle tartıştım geçen hafta. Eskilerde kalmışım. Öyle diyor. Oysa bende eskiye dair bir şey kalmadı.
Yakın geçmişi anlatıyorum sadece fark ettiysen. Şarkıları da bıraktım, gitar çalmayı da. Bütün bunları sana niye söylüyorum bilmiyorum. Belki de serpiştiriyorum sözcükleri öylesine. Beni yanlış anla istiyorum. Ya da hiç anlama…Vazgeç benle tanışık olmaktan. Cevap da yazmayacaktım aslında. Saygım, sevgim değişmemiş zannedersem. Zaman onları etkilememiş ki istemsiz olarak oynuyor kalemle parmaklarım.
Niye değiştiğimi bilmek isteyeceksin biliyorum. Meraklanacaksın. Ben de çok merak ediyorum neden değiştiğimi. İnan bana! Kızma ne olur Canan! Senin beni düşündüğün kadar aklıma getirmiyorum seni biliyorum. Ama elimde değil. Şiddetten uzak yaşayayım istiyorum. Şiddetle sevmeyeyim seni diyorum. Seni düşünüyorum ama bunu söylerken. Neyse…Unut yani beni. Boş verilmiş olmak istiyorum senin tarafından.
Son kullanma tarihim geliyor galiba. O gelmeden ben gideyim diyorum. Kaçayım. Bir hafta sonra taşınıyorum bu evden. Korkularımı ve son halimi burada bırakıp defolup gideceğim.
Öykülerimi ilk okuduğunda, hayatımın içine kadar gireceğini tahmin edebilmiş miydin? Beni yalnızca kağıtlarda yaşamayacağına inanmış mıydın? Gelen mektuplar arasında nasıl da fark ettirmiştin kendini. “ Hayatımın geri kalanına sizsiz devam etmek acı verir bana! Ne olur hep yazın. Düşlerimin pembe dizilerine kadar girdi küçük yaşamlarınız. Acaba beni de yaşayıp yazar mıydınız?”
Ben seni yaşadım Canan. Ve yazma vaktim geldi. İnan seni fazlasıyla yaşadım ve bitirdim. Üzgünüm. Çok üzgünüm. Bu kadarına yetti yüreğim. Cesur değilim bilirsin beni. Yüreksizim. Affet!
Kapı çalıyor. Galiba okur mektupları geldi. Biliyor musun biriyle tanıştım. Adı Şule. Geçenlerde mektup yazmış. Şöyle diyor: “ Hayatımın geri kalanına…
Ağlamak Çözümdür Bazen
Her şey o siyah beyaz fotoğraftaki gibi buğulu ve cansızdı. Gerçeklerin renkli olduğunu sanırdı oysa. Siyah, beyaz, gri…Üç dingin renk bir anda anlam arayışlarını anlamsız kılıvermişti. Üç dingin, yorgun renk…
İki katlı taş bir evdi. Duvarlarının taş kalpliliği korumuştu onları yıllarca. Dışarının soğuk yüzü, gaddar duvarlardan süzülememişti hiçbir zaman. Evin arkasında küçük bir bahçe vardı. Babası bir iki incir ağacı dikmişti bahçeyle ilgilendiği zamanlarda. O incirleri yemek çocuklarına bile nasip olmuştu. Biraz da bostan yetiştirirdi. Sonraları vazgeçti bahçeden. Kendini duvarlara verdi. Taş duvarlara…Duvarlar almak istemese de babasının solgun yüzünü sınırlarına, babası kendini sevdirdi. Sahipsizliğin bodrum katında, kendine küflü bir yer edindi. Yerini çok sevdiğinden mi, son pişmanlığın bir türlü fayda edemediğini anladığından mı bilinmez, bir daha çıkmadı geçmişinin kuytusundan. İncirler ve bostanlar tatlının ve tuzlunun ayırt edilemez birlikteliğini yaşadılar bu zamanlarda. Babası yalnızlığının acısını hayata küserek çıkarırken, doğanın yaşamaya kararlı bu ürünleri annesini misafir eden toprağın anaç duygularıyla geçinip gidiyorlardı.
Toprak…O güzel annesinin güvende olduğu hissini veren kutsal kuruluk. Nemini, yaşayan dünyaya veren, kimsenin ruhunun göçebeliğinden hiçbir zaman sorumlu olmayan toprak…O gün, o siyah beyaz fotoğrafta objektife gülümseyen annesinin parıldayan gözlerini sonsuzluğa hapsetmiş, aitliğini kendi yönüne çekmiş, fakir ama gururlu toprak…
Kapıyı açtı elindeki eski anahtarla. Ya da mazisinin derinliklerindeki tek giriş şifresi olan gerçekliğin tıkırtısıyla. Girişte, karşısına ilk olarak emektar divan çıktı. Ezan okununca eve çağırırdı annesi. Hiç istemeyerek girerdi eve. Akşam yemeği hazırlanırdı. Babası gelene kadar dokunulmazdı sofraya, düzen bozulmazdı. Midesindeki açlıkla girişteki divana oturur, sert yastıklardan birini kucağına alır, oturmanın ve sessizliğin verdiği tembellikle babasını beklerdi. Sanki, babası, düzeni oğluyla beraber, zevkle darmadağın ederse huzur bulurdu daracık yüreği. Kumdan kalelerin üzerinde zıplamak gibiydi onun için divanda beklemek. Yapılacakların hayalinin önceden hazırlandığı tek yerdi.
Sağa döndü kapıyı kapattıktan sonra. Küçük bir ayna vardı duvarda. İlk gençliğini hatırladı birden. Komşunun kızına aşık olduğu, o, sanki, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen lise yıllarını… Aynanın önünde ne çok vakit geçirirdi. Saçını bir o yana, bir bu yana tarar, nereden ayırsa, bir türlü bilemezdi. Bilemediği tek şey bu değildi tabii. Komşunun kızının, okulun kızlarına göre, en yakışıklısına ama ona göre, en çelimsizine aşık olduğunu da bilmiyordu örneğin. Gülümsedi. Katıksız aşka inandığı, sivilceli ama yine de pürüzsüz yılları, kenarları kararmış bu küçük aynayla ilk kez bu kadar içten gülümsetti onu. Sivilcelerini hatırlayınca tekrar gülümsedi.
Üç tane oda vardı. Biri onun, biri annesiyle babasının, diğeri de üçünün birden sahip olduğu, hayatlarını dolduran üç sıcak boşluk. Kendi odasında gördüğü ilk şey mizah dergileriydi. Sayfaları sapsarı olmuş,okunup gülünememekten yorgun düşmüş boş zaman doldurucuları. Odasında küçük bir balkonu da vardı. Bazı geceler, aşık olmanın yoğunluğunu daha iyi hissedebilmek için soğuktan büzülüp hacmini küçültürdü bu balkonda. Yıldızların da yardımıyla kalbini avucunun içine alır, küçücük yapardı. Çok küçücük…Sevdiğinin ellerine sığsın diye belki, belki de evin duvarsız bu tek mekânında korumak için saklayamadığı yuvarlak yüreğini.
Oturma odasında eski bir televizyon vardı; eski ama bir o kadar haşmetli. Haşmeti şimdilerde belli ediyordu belki de kendini. O zamanlar sadece önemliydi. Koyabildiği tek ağırlık önemlilikti. Bu aletin bile mağlup edemediği siyah beyazlık esir almıştı bir zamanlar kendisini. Dergilerin sararmaya terk edildiği tarihe denk gelir televizyonun taş duvarlardan süzülüşü.
Mutfakla oturma odası birleşikti. Hayatında bir daha hiçbir zaman karşılaşamadığı bu ev düzeni onu bir kez daha gülümsetti. Koltuklardan birine oturdu. Bir sigara yaktı. Babası görse ne çok kızardı kim bilir. Peki ya annesi? O görse, akşam babası gelince söyler miydi oğlunu sigarayla yakaladığını? Annesinin hüzünlü yüzü belirdi bir an zihninde, söndürdü sigarasını.
Annesiyle babasının odasına girmek, gücünün sınırlayamadığı bir şeydi. Oturduğu koltuktan hiç kalkmasa, zaman onun koltuğuna yenik düşecek, akmaktan vazgeçecek gibiydi. Belki de o oda onu eski yaşamına götürmekte düşündüğü kadar başarılı olamayacaktı. Bir iki gelgit yaşayacaktı düşünceleri, bir iki damla da göz yaşı belki; o kadar.Oturma odasından çıkarken mutfağa döndü son kez. Özenle dizilmiş tabaklara, boş kavanozlara baktı. Aklına annesinin yaptığı fasulye turşusu geldi. Ne çok severdi. Yıllardır tadamadığı gerçek fasulye turşusundan belki de hayatının sonuna kadar mahrumdu zavallı midesi. Ne ‘belki de’ si? Kesinlikle bir daha hayat bulamayacaktı o derece lezzetli fasulye turşusu herhangi bir elde.
Banyoyu teğet geçti. Annesine nankörlük eden mermerleri görmek istemiyordu gözleri. Düşünmek bile acı veriyorsa, bir boyut yükseğini yaşamak fazla gelirdi herhalde. İstemese de beliriyordu sarı ışığıyla küçük banyo gözlerinin kör noktasında. Annesinin küçükken onu nasıl yıkadığı geldi aklına. Gözleri doldu. Cebindeki kâğıt mendil paketinden bir mendil çıkardı. Gözlerini sildi. Babasının mavi, kareli mendili geldi aklına. Elindeki mendile bakıp tekrar sildi gözlerini.
Yatak odasının kapısı vardı şimdi karşısında. Durursa asla devam edemeyeceğini bildiğinden açtı kapıyı. Hızla girdi içeri. Aynalı bir dolapla, üzerinde işlemeli, beyaz bir örtü olan yatak vardı odada. Dolabı açtı. Annesinin giysilerinin o eşsiz kokusu yayıldı bir anda. Ürperdi. Baştan ayağa titredi bedeni. Giysilerden birini askısından çıkarıp eline aldı. Özenle yatağın üzerine koydu. Başını sarı perdelere çevirip elbisenin yanına oturdu. Dönüp bakamıyordu bir türlü. Bakarsa erdeminden bir basamak daha çalacağını düşünüyordu. Büyüsünden bir zerre bile eksilsin istemezdi. Ama o elbiseyi yaşamak istiyordu. Doyasıya yaşamak…Takvimlerin adlandıramayacağı bir zaman diliminde, ipekliğin atomlarının bir yörünge farkında, rüzgâr gibi hareketlendirsin istiyordu film karelerini. Ellerine aldı tekrar yumuşacık giysisini annesinin. Kare yakalı, beyaz çizgileri olan, bordo renkli bir elbiseydi. Uzun boylu annesinin ancak dizlerine kadar gelebiliyordu. Hayalleri kontrol edilemez bir hal almıştı. Annesini bu elbisesi üzerinde, ellerinde pazar poşetleriyle düşledi. Daha fazla dayanamadı bu görüntüye. Elbiseyi yüzüne yapıştırıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İlk kez utanmıyordu ağlamaktan.Çünkü bu kez, yıllarla yaşadığı karşılıksız, tek taraflı ilişkide güçsüzlüğü kabullenmiş, uyudukça büyümediğini anlamıştı. Ağlıyordu. Kokuyu içine çeke çeke ağlıyordu. Kim görürse görsündü. Yalnızdı işte. Yapayalnızdı. Doğduğu an kadar yalnızdı. Çırılçıplaktı sanki. Üşüyordu. Titriyordu vücudu. Bu ev aslında onun farkındalık halinin doğum yeriydi. Her şeyin farkındaydı artık. Karısıyla çocuklarını düşündü. Onlar onun ikinci ailesiydi. Tamamen taklitten ibarettiler. Belki evlerinin girişinde bir divan yoktu. Aynaya baktığında saçlarını taramak için pek fazla seçeneği de yoktu belki. Ama bu evdeki ruh onlarlaydı. Ağlamasının, kendini yalnız hissetmesinin bir sebebi de buydu. Annesiyle babasının özleminin yanında kendi el yapımı hayatını özlüyordu. Taklitçilik yaptığını düşündüğüne kızdı bir an. İkinci ailesine haksızlık ediyordu. Onlar onun yaşam amacıydı. Aynı bir zamanlar kendisinin de babasının yaşam amacı olduğu gibi. Bu çözümleme rahatlattı biraz bedenini. Titreyişlerinin periyodu seyrekleşiyordu. Doğru yolda olduğu düşüncesi bir iplik daha bağlıyordu hayata. İnce ama dayanıklı bir iplik daha. Bu yoldan asla vazgeçmeyeceğine söz verdi yalnızca annesinin duyabileceği bir fısıltıyla. Huzur artık bütün vücudunu kaplamıştı.
Annesini bırakıp çıktı odadan. Aynaya bakmadan geçti kapının önünden. Cebinden anahtarı çıkarıp kilitledi kapıyı. Merdivenleri yavaşça indi. Dönüp son kez bakmak istedi. Ruhunun bu devinime elverişliliği bedenini kıskandırdığından belki de, önemli sayılabilecek bir güç denemesiyle kaldırdı kafasını. Sarı perdelerle birleşti gözleri. Anahtarın olmadığı, diğer cebinden çıkardı siyah, beyaz, gri fotoğrafı. Bunca yolu gelmesine sebep olan bu renksizlik onu başlangıçta hayal kırıklığına uğratsa da, şu anda, anlam arayışlarını bile görülemeyecek kadar küçülten bir dönüm noktasıydı. Umut, sigara paketini buruşturup çöpe attığında, artık yalnızca umudun esiri olan kendisi eve geç kalmamak için hızlı adımlarla ilerliyordu. Bir an önce eve dönüp kumdan kaleleri heyecanla yıkma fikri onu bugün bir kez daha gülümsetti.
Her şey o siyah beyaz fotoğraftaki gibi buğulu ve cansızdı. Gerçeklerin renkli olduğunu sanırdı oysa. Siyah, beyaz, gri…Üç dingin renk bir anda anlam arayışlarını anlamsız kılıvermişti. Üç dingin, yorgun renk…
İki katlı taş bir evdi. Duvarlarının taş kalpliliği korumuştu onları yıllarca. Dışarının soğuk yüzü, gaddar duvarlardan süzülememişti hiçbir zaman. Evin arkasında küçük bir bahçe vardı. Babası bir iki incir ağacı dikmişti bahçeyle ilgilendiği zamanlarda. O incirleri yemek çocuklarına bile nasip olmuştu. Biraz da bostan yetiştirirdi. Sonraları vazgeçti bahçeden. Kendini duvarlara verdi. Taş duvarlara…Duvarlar almak istemese de babasının solgun yüzünü sınırlarına, babası kendini sevdirdi. Sahipsizliğin bodrum katında, kendine küflü bir yer edindi. Yerini çok sevdiğinden mi, son pişmanlığın bir türlü fayda edemediğini anladığından mı bilinmez, bir daha çıkmadı geçmişinin kuytusundan. İncirler ve bostanlar tatlının ve tuzlunun ayırt edilemez birlikteliğini yaşadılar bu zamanlarda. Babası yalnızlığının acısını hayata küserek çıkarırken, doğanın yaşamaya kararlı bu ürünleri annesini misafir eden toprağın anaç duygularıyla geçinip gidiyorlardı.
Toprak…O güzel annesinin güvende olduğu hissini veren kutsal kuruluk. Nemini, yaşayan dünyaya veren, kimsenin ruhunun göçebeliğinden hiçbir zaman sorumlu olmayan toprak…O gün, o siyah beyaz fotoğrafta objektife gülümseyen annesinin parıldayan gözlerini sonsuzluğa hapsetmiş, aitliğini kendi yönüne çekmiş, fakir ama gururlu toprak…
Kapıyı açtı elindeki eski anahtarla. Ya da mazisinin derinliklerindeki tek giriş şifresi olan gerçekliğin tıkırtısıyla. Girişte, karşısına ilk olarak emektar divan çıktı. Ezan okununca eve çağırırdı annesi. Hiç istemeyerek girerdi eve. Akşam yemeği hazırlanırdı. Babası gelene kadar dokunulmazdı sofraya, düzen bozulmazdı. Midesindeki açlıkla girişteki divana oturur, sert yastıklardan birini kucağına alır, oturmanın ve sessizliğin verdiği tembellikle babasını beklerdi. Sanki, babası, düzeni oğluyla beraber, zevkle darmadağın ederse huzur bulurdu daracık yüreği. Kumdan kalelerin üzerinde zıplamak gibiydi onun için divanda beklemek. Yapılacakların hayalinin önceden hazırlandığı tek yerdi.
Sağa döndü kapıyı kapattıktan sonra. Küçük bir ayna vardı duvarda. İlk gençliğini hatırladı birden. Komşunun kızına aşık olduğu, o, sanki, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen lise yıllarını… Aynanın önünde ne çok vakit geçirirdi. Saçını bir o yana, bir bu yana tarar, nereden ayırsa, bir türlü bilemezdi. Bilemediği tek şey bu değildi tabii. Komşunun kızının, okulun kızlarına göre, en yakışıklısına ama ona göre, en çelimsizine aşık olduğunu da bilmiyordu örneğin. Gülümsedi. Katıksız aşka inandığı, sivilceli ama yine de pürüzsüz yılları, kenarları kararmış bu küçük aynayla ilk kez bu kadar içten gülümsetti onu. Sivilcelerini hatırlayınca tekrar gülümsedi.
Üç tane oda vardı. Biri onun, biri annesiyle babasının, diğeri de üçünün birden sahip olduğu, hayatlarını dolduran üç sıcak boşluk. Kendi odasında gördüğü ilk şey mizah dergileriydi. Sayfaları sapsarı olmuş,okunup gülünememekten yorgun düşmüş boş zaman doldurucuları. Odasında küçük bir balkonu da vardı. Bazı geceler, aşık olmanın yoğunluğunu daha iyi hissedebilmek için soğuktan büzülüp hacmini küçültürdü bu balkonda. Yıldızların da yardımıyla kalbini avucunun içine alır, küçücük yapardı. Çok küçücük…Sevdiğinin ellerine sığsın diye belki, belki de evin duvarsız bu tek mekânında korumak için saklayamadığı yuvarlak yüreğini.
Oturma odasında eski bir televizyon vardı; eski ama bir o kadar haşmetli. Haşmeti şimdilerde belli ediyordu belki de kendini. O zamanlar sadece önemliydi. Koyabildiği tek ağırlık önemlilikti. Bu aletin bile mağlup edemediği siyah beyazlık esir almıştı bir zamanlar kendisini. Dergilerin sararmaya terk edildiği tarihe denk gelir televizyonun taş duvarlardan süzülüşü.
Mutfakla oturma odası birleşikti. Hayatında bir daha hiçbir zaman karşılaşamadığı bu ev düzeni onu bir kez daha gülümsetti. Koltuklardan birine oturdu. Bir sigara yaktı. Babası görse ne çok kızardı kim bilir. Peki ya annesi? O görse, akşam babası gelince söyler miydi oğlunu sigarayla yakaladığını? Annesinin hüzünlü yüzü belirdi bir an zihninde, söndürdü sigarasını.
Annesiyle babasının odasına girmek, gücünün sınırlayamadığı bir şeydi. Oturduğu koltuktan hiç kalkmasa, zaman onun koltuğuna yenik düşecek, akmaktan vazgeçecek gibiydi. Belki de o oda onu eski yaşamına götürmekte düşündüğü kadar başarılı olamayacaktı. Bir iki gelgit yaşayacaktı düşünceleri, bir iki damla da göz yaşı belki; o kadar.Oturma odasından çıkarken mutfağa döndü son kez. Özenle dizilmiş tabaklara, boş kavanozlara baktı. Aklına annesinin yaptığı fasulye turşusu geldi. Ne çok severdi. Yıllardır tadamadığı gerçek fasulye turşusundan belki de hayatının sonuna kadar mahrumdu zavallı midesi. Ne ‘belki de’ si? Kesinlikle bir daha hayat bulamayacaktı o derece lezzetli fasulye turşusu herhangi bir elde.
Banyoyu teğet geçti. Annesine nankörlük eden mermerleri görmek istemiyordu gözleri. Düşünmek bile acı veriyorsa, bir boyut yükseğini yaşamak fazla gelirdi herhalde. İstemese de beliriyordu sarı ışığıyla küçük banyo gözlerinin kör noktasında. Annesinin küçükken onu nasıl yıkadığı geldi aklına. Gözleri doldu. Cebindeki kâğıt mendil paketinden bir mendil çıkardı. Gözlerini sildi. Babasının mavi, kareli mendili geldi aklına. Elindeki mendile bakıp tekrar sildi gözlerini.
Yatak odasının kapısı vardı şimdi karşısında. Durursa asla devam edemeyeceğini bildiğinden açtı kapıyı. Hızla girdi içeri. Aynalı bir dolapla, üzerinde işlemeli, beyaz bir örtü olan yatak vardı odada. Dolabı açtı. Annesinin giysilerinin o eşsiz kokusu yayıldı bir anda. Ürperdi. Baştan ayağa titredi bedeni. Giysilerden birini askısından çıkarıp eline aldı. Özenle yatağın üzerine koydu. Başını sarı perdelere çevirip elbisenin yanına oturdu. Dönüp bakamıyordu bir türlü. Bakarsa erdeminden bir basamak daha çalacağını düşünüyordu. Büyüsünden bir zerre bile eksilsin istemezdi. Ama o elbiseyi yaşamak istiyordu. Doyasıya yaşamak…Takvimlerin adlandıramayacağı bir zaman diliminde, ipekliğin atomlarının bir yörünge farkında, rüzgâr gibi hareketlendirsin istiyordu film karelerini. Ellerine aldı tekrar yumuşacık giysisini annesinin. Kare yakalı, beyaz çizgileri olan, bordo renkli bir elbiseydi. Uzun boylu annesinin ancak dizlerine kadar gelebiliyordu. Hayalleri kontrol edilemez bir hal almıştı. Annesini bu elbisesi üzerinde, ellerinde pazar poşetleriyle düşledi. Daha fazla dayanamadı bu görüntüye. Elbiseyi yüzüne yapıştırıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İlk kez utanmıyordu ağlamaktan.Çünkü bu kez, yıllarla yaşadığı karşılıksız, tek taraflı ilişkide güçsüzlüğü kabullenmiş, uyudukça büyümediğini anlamıştı. Ağlıyordu. Kokuyu içine çeke çeke ağlıyordu. Kim görürse görsündü. Yalnızdı işte. Yapayalnızdı. Doğduğu an kadar yalnızdı. Çırılçıplaktı sanki. Üşüyordu. Titriyordu vücudu. Bu ev aslında onun farkındalık halinin doğum yeriydi. Her şeyin farkındaydı artık. Karısıyla çocuklarını düşündü. Onlar onun ikinci ailesiydi. Tamamen taklitten ibarettiler. Belki evlerinin girişinde bir divan yoktu. Aynaya baktığında saçlarını taramak için pek fazla seçeneği de yoktu belki. Ama bu evdeki ruh onlarlaydı. Ağlamasının, kendini yalnız hissetmesinin bir sebebi de buydu. Annesiyle babasının özleminin yanında kendi el yapımı hayatını özlüyordu. Taklitçilik yaptığını düşündüğüne kızdı bir an. İkinci ailesine haksızlık ediyordu. Onlar onun yaşam amacıydı. Aynı bir zamanlar kendisinin de babasının yaşam amacı olduğu gibi. Bu çözümleme rahatlattı biraz bedenini. Titreyişlerinin periyodu seyrekleşiyordu. Doğru yolda olduğu düşüncesi bir iplik daha bağlıyordu hayata. İnce ama dayanıklı bir iplik daha. Bu yoldan asla vazgeçmeyeceğine söz verdi yalnızca annesinin duyabileceği bir fısıltıyla. Huzur artık bütün vücudunu kaplamıştı.
Annesini bırakıp çıktı odadan. Aynaya bakmadan geçti kapının önünden. Cebinden anahtarı çıkarıp kilitledi kapıyı. Merdivenleri yavaşça indi. Dönüp son kez bakmak istedi. Ruhunun bu devinime elverişliliği bedenini kıskandırdığından belki de, önemli sayılabilecek bir güç denemesiyle kaldırdı kafasını. Sarı perdelerle birleşti gözleri. Anahtarın olmadığı, diğer cebinden çıkardı siyah, beyaz, gri fotoğrafı. Bunca yolu gelmesine sebep olan bu renksizlik onu başlangıçta hayal kırıklığına uğratsa da, şu anda, anlam arayışlarını bile görülemeyecek kadar küçülten bir dönüm noktasıydı. Umut, sigara paketini buruşturup çöpe attığında, artık yalnızca umudun esiri olan kendisi eve geç kalmamak için hızlı adımlarla ilerliyordu. Bir an önce eve dönüp kumdan kaleleri heyecanla yıkma fikri onu bugün bir kez daha gülümsetti.
Bu mektubu neden yazdığımı, diğerlerini neden yazdığımı bilmediğim gibi bilmiyorum. Bildiğim tek şey, senin yine cevap vermeyecek olman. Ve belki de sırf bu sebepten bu kadar cesaretle yazıyorum tekrar. Bana kızmayacağını, kim olduğumu sormayacağını biliyorum. Beni beklenen sona götürmeyeceğini biliyorum. Seni hiç tanımasam da -tanıyamasam da- biliyorum ki çok umursamaz ve yorgunsun. Akşamları işinden dönerken gözlerin söylüyor bütün gün ne kadar çok çalıştığını. Annen mi seni orada çalışmaya zorlayan? Daha küçük değil mi yaşın? Gönlüm hiç razı gelmiyor bu kadar yorulmana. O çok güzel yüzünün solmasını istemiyorum. Neyse, isyanlarım belki de tıpkı seninkiler gibi sahipsiz kalacak nasıl olsa. Kapatayım o yüzden bu konuyu.
Bu kez başka bir şey söylemek için yazıyorum. Sevineceğin bir şey için. Ama benim için bu, tek damarlı ve bu damarında karmakarışık bir kan taşıyan hayali hayatımın sonu. Bir daha sana hiç duyuramayacağım sesimi. Seni görünce birden telaşlanamayacağım, elim ayağıma dolaşmayacak artık. Çünkü seni göremeyeceğim artık.
Ben askere gidiyorum. Senin için mutluyum. Aslında kendim için de. Belki burada olmazsam unuturum seni diye düşünüyorum. Ama biliyor musun seni unutmaktan da korkuyorum. Neyse, sen nasıl olsa bilmediğin birinin hasretini çekemeyeceksin. Sen yine her gün gidip o lanet olası süpermarkette yorulacaksın. Zaten bu yorgunluk yetecek. Başka bir baş ağrısına ihtiyaç duymayacak vücudun.
Seni fark edemeyeceğim biliyorum döndüğümde. Öyle değişeceksin ki tanıyamayacağım seni. Ama bu iyi olacak çünkü sen de beni tanımıyor olacaksın. Sana tekrar yazarım belki de döndüğümde. Bu umut çabuklaştıracak ayların hızlıca geçiyormuş gibi yapmasını.
Cevap vermeyeceğini bilmek bana cesaret veriyor desem de aslında beni paramparça ediyor. Sen belki çok kızıyorsun bana ama ben bunu bile bilemiyorum. Senden bir hakaret bile duyamıyorum. Haklısın. Duysam da vazgeçmeyeceğim nasıl olsa.
İsmini bir kez olsun senden duyamadan gidiyorum. Senin gözlerin tarafından okunmayı özleyeceğim. Kendine çok dikkat et ben yokken. Seni artık yalnızca dualarımla koruyabileceğim. Sana çarpmak üzere olan bir bisikletliyi durduramayabilirim artık. Neyse uzun yazıp yormayayım güzel gözlerini. Ben gidiyorum.
Hoşça kal.
“Bunu bulmuşlar doktor bey yastığının altında. Dün, sabaha karşı kaçmış olmalı.”
“Peki kime yazmış ki bu mektubu? Mektupta daha önce de yazdığını söylüyor. Ama hiç rastlamadık buna benzer bir mektuba.”
“Efendim, bilemiyoruz. Kendini yirmi yaşında askere gidecek olan bir genç zannediyor. Bugün böyle zannediyor. Belki de dün kendini süpermarkette çalışan o kız zannediyordu. Geçen hafta her akşam saat dokuz olmadan çok yorgun olduğunu söyleyip yatıyordu. Kim bilir belki yarın kendini doktor zannedip geri döner.”
“Ne demek istiyorsunuz siz hemşire hanım?”
“Yanlış anlamayın polis ay pardon doktor bey ben…Yani sizi kastetmedim.”
“Öyleyse bak şimdi ben seni kastedeceğim! Belki de yarın kendini hemşire zannedip gelip sana iğne yapar.”
“Bir kere burada iğneleri yalnızca ben yaparım!”
“Copum nerede benim? Hak ettin iyi bir dayağı.”
--Yeter bu kadar gürültü herkes yatağına!—
“Kızdırdın işte doktoru ahmak polis!”
“Sensin ahmak!”
--Yeter dedim! Işıkları kapatıyorum. Siz eksik misiniz yoksa? Sezai? Sezai nerede?--
“Kaçmış doktor bey. Biz de bu konuyu tartışıyorduk. Ama şu kanıya vardık ki korkulacak bir şey yok. Muhtemelen yarın kendini hemşire zannedip geri dönecek.”
“Hayır doktor zannedecek doktor bey!”
“Hemşire!”
“Doktor!”
“Hemşire!”
“Doktor!”
Bu kez başka bir şey söylemek için yazıyorum. Sevineceğin bir şey için. Ama benim için bu, tek damarlı ve bu damarında karmakarışık bir kan taşıyan hayali hayatımın sonu. Bir daha sana hiç duyuramayacağım sesimi. Seni görünce birden telaşlanamayacağım, elim ayağıma dolaşmayacak artık. Çünkü seni göremeyeceğim artık.
Ben askere gidiyorum. Senin için mutluyum. Aslında kendim için de. Belki burada olmazsam unuturum seni diye düşünüyorum. Ama biliyor musun seni unutmaktan da korkuyorum. Neyse, sen nasıl olsa bilmediğin birinin hasretini çekemeyeceksin. Sen yine her gün gidip o lanet olası süpermarkette yorulacaksın. Zaten bu yorgunluk yetecek. Başka bir baş ağrısına ihtiyaç duymayacak vücudun.
Seni fark edemeyeceğim biliyorum döndüğümde. Öyle değişeceksin ki tanıyamayacağım seni. Ama bu iyi olacak çünkü sen de beni tanımıyor olacaksın. Sana tekrar yazarım belki de döndüğümde. Bu umut çabuklaştıracak ayların hızlıca geçiyormuş gibi yapmasını.
Cevap vermeyeceğini bilmek bana cesaret veriyor desem de aslında beni paramparça ediyor. Sen belki çok kızıyorsun bana ama ben bunu bile bilemiyorum. Senden bir hakaret bile duyamıyorum. Haklısın. Duysam da vazgeçmeyeceğim nasıl olsa.
İsmini bir kez olsun senden duyamadan gidiyorum. Senin gözlerin tarafından okunmayı özleyeceğim. Kendine çok dikkat et ben yokken. Seni artık yalnızca dualarımla koruyabileceğim. Sana çarpmak üzere olan bir bisikletliyi durduramayabilirim artık. Neyse uzun yazıp yormayayım güzel gözlerini. Ben gidiyorum.
Hoşça kal.
“Bunu bulmuşlar doktor bey yastığının altında. Dün, sabaha karşı kaçmış olmalı.”
“Peki kime yazmış ki bu mektubu? Mektupta daha önce de yazdığını söylüyor. Ama hiç rastlamadık buna benzer bir mektuba.”
“Efendim, bilemiyoruz. Kendini yirmi yaşında askere gidecek olan bir genç zannediyor. Bugün böyle zannediyor. Belki de dün kendini süpermarkette çalışan o kız zannediyordu. Geçen hafta her akşam saat dokuz olmadan çok yorgun olduğunu söyleyip yatıyordu. Kim bilir belki yarın kendini doktor zannedip geri döner.”
“Ne demek istiyorsunuz siz hemşire hanım?”
“Yanlış anlamayın polis ay pardon doktor bey ben…Yani sizi kastetmedim.”
“Öyleyse bak şimdi ben seni kastedeceğim! Belki de yarın kendini hemşire zannedip gelip sana iğne yapar.”
“Bir kere burada iğneleri yalnızca ben yaparım!”
“Copum nerede benim? Hak ettin iyi bir dayağı.”
--Yeter bu kadar gürültü herkes yatağına!—
“Kızdırdın işte doktoru ahmak polis!”
“Sensin ahmak!”
--Yeter dedim! Işıkları kapatıyorum. Siz eksik misiniz yoksa? Sezai? Sezai nerede?--
“Kaçmış doktor bey. Biz de bu konuyu tartışıyorduk. Ama şu kanıya vardık ki korkulacak bir şey yok. Muhtemelen yarın kendini hemşire zannedip geri dönecek.”
“Hayır doktor zannedecek doktor bey!”
“Hemşire!”
“Doktor!”
“Hemşire!”
“Doktor!”
_...Sıkıntılı ve yorgun bir günün hoşnutsuzluğuyla çıktım ofisimden. Kapının kapandığına emin olmamı sağlayan “tık” sesini duyduktan sonra başka bir ses eşlik etmeye başladı bitkin zihnime. Yağmuru severim ama bu kez ıslanacağımı biliyor olmak huzursuzluğumu ikiye katladı. Hızlı adımlarla yürürken çamurlu sokaklarda, üst komşum Hasan Bey arabasına aldı beni. Yapmacık gülümseme ve birkaç uydurulmuş kelime topluluğuyla oyaladım eve gelene kadar Hasan Bey’i. Eve geldiğimde kendimi hemen yatağıma attım. Uyumak üzere olduğumu telaşla fark ederek defterimi komodinin üstünden alıp günlük hayatımın rutin geleneklerini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla bu satırları yazdım. Bugünün ana konusu Di’li Geçmiş Zaman. Sebebini daha sonra açıklarım. Şimdi uykum gel-di. Ve yatağıma uzanıp yat-tım._
( Yukarıda okuduğunuz sade, süssüz ve son derece öznel cümlelerin neden bu kadar basit, devrik ve anlamsız olduğunu sorgulamaya başladığınız anda, bu cümlelerin sahibi hastane koridorlarında, eski bir sedyeyle, çoktan taşınıyor olacak. Di’li Geçmiş Zaman tanıklığın göstergesidir. Ben her şeye tanık oldum. Ve sevgili Serkan Bey’in de yazmış olduğu gibi bugünün ana konusu : Di’li Geçmiş Zaman.)
Her sabah olduğu gibi bu sabah da saat sekizde derginin kapısının önündeydim. Köşedeki pastaneden aldığım poğaçaları yemek için sabırsızlanıyordum yukarı çıktığımda Sezai’den demli çayımı çoktan istemiştim. Odama gidebilmem için hiç sevmediğim Serkan Bey’in odasının önünden, muhasebeden geçmek zorundaydım. Bu sabah da istemeyerek dilediğim bir “günaydın”la sandalyeme oturdum. Poğaçalardan birini ağzıma tam götürüyordum ki derginin müdürü Salih Bey kapıda belirdi.
Salih Bey’i de sevdiğim söylenemez. Sabah sabah insanın neşesini bozmak için elinden geleni yapar bu Salih Bey. Nitekim yaptı da! Asık ve meymenetsiz suratı yetmezmiş gibi bir de, ‘ Biraz sonra söyleyeceklerimi iyi dinle yoksa karışmam.’ Edasıyla yüzüme bakıyordu. Poğaçayı masanın üstüne koyup ellerimi, benim dilimde bıkkınlık ifadesiyle, onun dilinde ise tamamen anlamsızca açarak: “ Buyurun.” Dedim.
Kapıyı kapattı ve neredeyse içime girecek kadar yaklaşarak fısıldamaya başladı:
“ Kasadan önemli sayılabilecek bir miktarda para çalınmış. Kimin yaptığını tam olarak bilemesem de bir kişiden şüpheleniyorum.”
“ Hadi ya! Diyebildim sadece. Şaşkınlıktan değil. Umursamazlıktan ve ne söyleyeceğimi bilememekten bu saçma tepkiyi verdim.
“ Şşşt. Sessiz ol! Sana bir görev veriyorum. Bu şüphelendiğim kişiyi bütün gün takip edeceksin. Seni asla fark etmeyecek. Zaten ufak tefek bir şeysin. Çok kolay olacak senin için.”
Pis herif! Bir de boyumun kısalığıyla dalga geçiyordu. O anda bir kafa darbesiyle onu yere serebilmek için neler vermezdim.
“ Eee…Kim bu şüpheli şahıs?”
“ Muhasebeci Serkan. Parayla en çok işi olan o. Hem işe girdiğinden beri gözüm tutmamıştı. Tekin birine benzemiyor. Neyse, sen hemen işe koyul.”
“ İyi de yazı ne olac…”
“ Bırak şimdi başka işleri! Dediğimi yap hemen. Bak, bu, adamın evinin anahtarının kopyası. Dün gizlice yürütüp aynından yaptırdım. İşine yarar sanıyorum. Haydi kolay gelsin.”
Buz gibi çayımla beraber öylece kalakaldım. Çayım, poğaçalarım, masam, sandalyem ve bir de ne yapacağımı bilmediğim bir anahtarla, öylece…Bir süre aptal aptal bakındım. Sonra düşüncelerimi toparlayıp ayağa kalktım. Koridorda yürümeye başladım. Muhasebenin önünden birkaç kez geçtikten sonra tekrar odama döndüm. Bunu öğle yemeğine kadar onlarca kez tekrarladım. Saat bire geldiğinde, Serkan Bey’in ardından yola koyuldum.
Öğle yemeğini on ikinci caddedeki lokantada yedi. Ben de lokantanın hemen yanındaki pidecide…Hiç sevmediğim birini, hiç sevmediğim bir şekilde takip ederken aynı zamanda hiç sevmediğim kıymalı pideyi yiyordum. İnsanın bir şeylere zorunlu tutulması, hayatını karamsarlıklar çöplüğünden farksız ve olumsuzluk ekleriyle bütünleşmiş kılıyor. Ben de bu bütün gün boyunca tepemde kapkara bir bulutla dolaştım.
Serkan Bey dergiye döndüğünde ben pastanenin zıt köşesindeki gazeteciden gazete alıyordum. Yukarı çıktığımda Serkan Bey kahvesini söylemiş, yumuşak koltuğunda gerine gerine oturuyordu. Bir an, ulan gidip sorsam, sen mi çaldın parayı, desem, diye geçirdim içimden. Ama hemen sildim bu düşünceyi zihnimden. Görevime devam etmek üzere tekrar volta atmaya başladım.
Akşama kadar sadece çalıştı Serkan Bey. Önündeki defterler ve kapanmayan bilgisayarıyla sadece çalıştı. Bu adamı sevmiyor olmamın bir sebebi de çok çalışkan olmasıydı. Çalışkan insanlar hep sinir bozucudur bana göre. Belki Salih Bey’e göre de öyleydi. Bu kadar çalışkan olmasına rağmen gözü tutmadıysa adamı…İnsanoğlu doğuştan nankör. Adam ağzıyla kuş tutsa yine yaranamayacak bize.
Saat yediye geliyordu. Serkan Bey toparlanmaya başladı. Bense çoktan hazırdım. Birbirine iyi akşamlar dileyen kalabalığın arasında, kendimi, siyah mantom ve kısa boyumla kamufle ederek tekrar takip etmeye başladım Serkan Bey’i.
Işıklı ve gürültülü sokaklarda bana ve Serkan Bey’e eşlik eden yağmurla beraber yürüyorduk. Düşüncelerim beynime üstünlük kurmaya başladığında, yüzlerce soru işareti vardı kafamın içinde. Adam sabahtan beri şüpheli sayılabilecek tek bir harekette bulunmamıştı. Bir iki iş görüşmesi dışında telefonla bile konuşmamıştı. Evinin kapısından girene kadar adamı takip edecektim de ne olacaktı sanki? Ya da parayı o çalmış olsa, elinde bir çanta dolusu parayla onu yakalasam ne olacaktı? Kollarını bana uzatıp “ Haydi kelepçele beni, suçlu benim!” mi diyecekti? Bu sorulara cevap bulmaya çalışırken içimden sonsuz bir utanç dalgası yükseldi.
Utanç dalgasının tepemdeki kara bulutlarda kaybolmasıyla önümden hızla geçen arabayı fark ettim. Farlardan gözlerim kamaştı birden. Göz bebeklerim normal boyutlarına ulaştıklarında Serkan Bey gözden kaybolmuştu. O an bildiğim bütün küfürleri saydım içimden. Gecenin finali böyle olmamalıydı. Madem bu işin içindeydim, doyasıya yaşamalıydım heyecanını. Dört bir yanıma da baktıktan sonra derin bir nefes alıp düşünmeye başladım. Salih Bey’in verdiği ev adresini nereye koyduğumu hatırlamak için zorluyordum kendimi. Ceplerimi çoktan karıştırmaya başlamıştım. Adresi ceketimin iç cebinde bulduğumda yağmur hızlanmaya başladı. Bana doğru yaklaşan dört tekerlekli sarı şeyin taksi olmasını umarak elimi kaldırdım.
Taksici sevimli bir adamdı. Bu izlenimim, kurulanmam için verdiği kağıt havlulara karşı kendimi borçlu hissetmemden kaynaklanıyordu. Adresin yazılı olduğu kağıdı uzattım taksiciye. “Hemen abi. Gidiyoruz.” dedi. Dediği gibi de oldu. Hemen gittik.
Yedi katlı bir binanın önünde, ne yapacağımı bilmez bir halde bekliyordum. Serkan Bey’in eve gelip gelmediğini bilmiyordum. Zillerden ismine bakıp ışığının yanıp yanmadığını kontrol etmek geldi aklıma. Ama zillerden, binanın hangi cephesinde oturduğu belli olmuyordu. Zile basıp saklansam mı, dedim sonra. Tam elimi zile yaklaştırıyordum ki kapı açıldı. Kara bulutlarımın beni ele vermesinden korkarak bir adım geri attım. Kapıyı açan apartmanın kapıcısıydı. “ Buyurun. Kimi aradıydınız?” dedi. O anda uydurulabilecek en mantıksız yalanı uydurarak cevap verdim kapıcıya: “ Şey…Ben üçüncü kattaki Hasan Bey’in - bu ismi de zillerden okuyuvermiştim – arkadaşıyım. Bana anahtarını verdi. Evden giysilerini almaya geldim. Bizde kalacak bu akşam”
“ İyi de kendisi biraz önce…”
Adamın konuşmasına fırsat vermeden içeri daldım. Hızla ama koşmadan çıkmaya başladım merdivenlerden. Elimi cebimdeki anahtarla buluşturduğumda Serkan Bey’in kapısının önündeydim. İşte şimdi bulutlarım, soru işaretlerim ve utanç duyduğum her şeyle yüzleşme zamanıydı.
Hayatımda ilk kez bütün gururumu bir kenara bırakıp hiç sevmediğim bir insandan özür dileyecektim. Evet, ona her şeyi anlatıp bu aptal vicdan azabından kurtaracaktım kendimi. Söyleyeceğim şeyleri toparlamaya çalışırken zile bastım. Kapı açılmadı. Tekrar bastım. Tekrar, tekrar…Kapı açılmıyordu. Eve gelmemişti demek ki. Belki de paraları yemeye gitmişti. Belki de beş yıldızlı bir otelin kumarhanesindeydi şu anda. Ya da belki de, içeride, yorgunluktan uyuyakalmıştı.
Cebimden anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. İçeride tek bir odanın ışığı açıktı. Kapıdan adımımı attığım anda ağır bir gaz kokusu genzimi yaktı. Elimi elektrik düğmesine götürecekken vazgeçtim ve kokunun geldiği yeri tespit etmeye çalıştım. Koku mutfaktan geliyordu. Tüp, gaz kaçırmıştı demek ki. Düşüncelerimin seri akışına hayret ederek ışığın açık olduğu odaya koştum. Serkan Bey yataktaydı. Baygın bir halde öylece yatıyordu. Uyandırmaya çalıştım, bağırdım. Uyanmıyordu. Telaşla, cebimden telefonumu çıkarıp ambulans çağırdım.
Kara bulutlarım gaz kokusuyla beraber beni öksürtürken hayal kırıklığı ve utancın kollarına kendimi bırakmıştım. Kendimi suçluyordum. Anlamsızca kendimi suçluyordum. Benim yüzümdendi. Sadece benim yüzümden. Karamsarlık çöplüğümden çıkardığım bütün uğursuzluklarımı bu zavallı adamın üzerine boşaltmıştım. Acıyordum kendime. İnsanın girmediği bir iddiayı kaybetmesi gibi, hayatımdan bir şeyler eksilmişti sanki. Eğer Serkan Bey ölürse kendimi hiçbir zaman affetmeyecektim. Hiçbir zaman!
Serkan Bey şu anda yoğun bakımda. Ciğerleri mahvolmuş. Doktorlar bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlar. Bense odanın kapısının karşısında, duvara yaslanmış, boş boş, elimdeki deftere bakıyorum. Hayat benim için artık küllerinden doğuyor. Di’li geçmiş zaman tanıklığın göstergesidir. Ben her şeye tanık oldum.
_ Kasadan yüklü bir miktarda eksik çıktı. Müdür Bey’e nasıl söylesem bilemiyorum. Anahtar en son ondaydı. Beni suçlayamaz herhalde. Ama yine de endişeleniyorum. Üç dört aylık maaşımı feda etmek zorunda kalabilirim._
Bugünün ana konusu di’li geçmiş zaman. Sebebi şu: ‘ Hayat yaşanılası kılınan her şeyi geçmişte saklar.’ Ve benim uykum gel-di. Yatağıma yat-tım, uyu-dum.
( Yukarıda okuduğunuz sade, süssüz ve son derece öznel cümlelerin neden bu kadar basit, devrik ve anlamsız olduğunu sorgulamaya başladığınız anda, bu cümlelerin sahibi hastane koridorlarında, eski bir sedyeyle, çoktan taşınıyor olacak. Di’li Geçmiş Zaman tanıklığın göstergesidir. Ben her şeye tanık oldum. Ve sevgili Serkan Bey’in de yazmış olduğu gibi bugünün ana konusu : Di’li Geçmiş Zaman.)
Her sabah olduğu gibi bu sabah da saat sekizde derginin kapısının önündeydim. Köşedeki pastaneden aldığım poğaçaları yemek için sabırsızlanıyordum yukarı çıktığımda Sezai’den demli çayımı çoktan istemiştim. Odama gidebilmem için hiç sevmediğim Serkan Bey’in odasının önünden, muhasebeden geçmek zorundaydım. Bu sabah da istemeyerek dilediğim bir “günaydın”la sandalyeme oturdum. Poğaçalardan birini ağzıma tam götürüyordum ki derginin müdürü Salih Bey kapıda belirdi.
Salih Bey’i de sevdiğim söylenemez. Sabah sabah insanın neşesini bozmak için elinden geleni yapar bu Salih Bey. Nitekim yaptı da! Asık ve meymenetsiz suratı yetmezmiş gibi bir de, ‘ Biraz sonra söyleyeceklerimi iyi dinle yoksa karışmam.’ Edasıyla yüzüme bakıyordu. Poğaçayı masanın üstüne koyup ellerimi, benim dilimde bıkkınlık ifadesiyle, onun dilinde ise tamamen anlamsızca açarak: “ Buyurun.” Dedim.
Kapıyı kapattı ve neredeyse içime girecek kadar yaklaşarak fısıldamaya başladı:
“ Kasadan önemli sayılabilecek bir miktarda para çalınmış. Kimin yaptığını tam olarak bilemesem de bir kişiden şüpheleniyorum.”
“ Hadi ya! Diyebildim sadece. Şaşkınlıktan değil. Umursamazlıktan ve ne söyleyeceğimi bilememekten bu saçma tepkiyi verdim.
“ Şşşt. Sessiz ol! Sana bir görev veriyorum. Bu şüphelendiğim kişiyi bütün gün takip edeceksin. Seni asla fark etmeyecek. Zaten ufak tefek bir şeysin. Çok kolay olacak senin için.”
Pis herif! Bir de boyumun kısalığıyla dalga geçiyordu. O anda bir kafa darbesiyle onu yere serebilmek için neler vermezdim.
“ Eee…Kim bu şüpheli şahıs?”
“ Muhasebeci Serkan. Parayla en çok işi olan o. Hem işe girdiğinden beri gözüm tutmamıştı. Tekin birine benzemiyor. Neyse, sen hemen işe koyul.”
“ İyi de yazı ne olac…”
“ Bırak şimdi başka işleri! Dediğimi yap hemen. Bak, bu, adamın evinin anahtarının kopyası. Dün gizlice yürütüp aynından yaptırdım. İşine yarar sanıyorum. Haydi kolay gelsin.”
Buz gibi çayımla beraber öylece kalakaldım. Çayım, poğaçalarım, masam, sandalyem ve bir de ne yapacağımı bilmediğim bir anahtarla, öylece…Bir süre aptal aptal bakındım. Sonra düşüncelerimi toparlayıp ayağa kalktım. Koridorda yürümeye başladım. Muhasebenin önünden birkaç kez geçtikten sonra tekrar odama döndüm. Bunu öğle yemeğine kadar onlarca kez tekrarladım. Saat bire geldiğinde, Serkan Bey’in ardından yola koyuldum.
Öğle yemeğini on ikinci caddedeki lokantada yedi. Ben de lokantanın hemen yanındaki pidecide…Hiç sevmediğim birini, hiç sevmediğim bir şekilde takip ederken aynı zamanda hiç sevmediğim kıymalı pideyi yiyordum. İnsanın bir şeylere zorunlu tutulması, hayatını karamsarlıklar çöplüğünden farksız ve olumsuzluk ekleriyle bütünleşmiş kılıyor. Ben de bu bütün gün boyunca tepemde kapkara bir bulutla dolaştım.
Serkan Bey dergiye döndüğünde ben pastanenin zıt köşesindeki gazeteciden gazete alıyordum. Yukarı çıktığımda Serkan Bey kahvesini söylemiş, yumuşak koltuğunda gerine gerine oturuyordu. Bir an, ulan gidip sorsam, sen mi çaldın parayı, desem, diye geçirdim içimden. Ama hemen sildim bu düşünceyi zihnimden. Görevime devam etmek üzere tekrar volta atmaya başladım.
Akşama kadar sadece çalıştı Serkan Bey. Önündeki defterler ve kapanmayan bilgisayarıyla sadece çalıştı. Bu adamı sevmiyor olmamın bir sebebi de çok çalışkan olmasıydı. Çalışkan insanlar hep sinir bozucudur bana göre. Belki Salih Bey’e göre de öyleydi. Bu kadar çalışkan olmasına rağmen gözü tutmadıysa adamı…İnsanoğlu doğuştan nankör. Adam ağzıyla kuş tutsa yine yaranamayacak bize.
Saat yediye geliyordu. Serkan Bey toparlanmaya başladı. Bense çoktan hazırdım. Birbirine iyi akşamlar dileyen kalabalığın arasında, kendimi, siyah mantom ve kısa boyumla kamufle ederek tekrar takip etmeye başladım Serkan Bey’i.
Işıklı ve gürültülü sokaklarda bana ve Serkan Bey’e eşlik eden yağmurla beraber yürüyorduk. Düşüncelerim beynime üstünlük kurmaya başladığında, yüzlerce soru işareti vardı kafamın içinde. Adam sabahtan beri şüpheli sayılabilecek tek bir harekette bulunmamıştı. Bir iki iş görüşmesi dışında telefonla bile konuşmamıştı. Evinin kapısından girene kadar adamı takip edecektim de ne olacaktı sanki? Ya da parayı o çalmış olsa, elinde bir çanta dolusu parayla onu yakalasam ne olacaktı? Kollarını bana uzatıp “ Haydi kelepçele beni, suçlu benim!” mi diyecekti? Bu sorulara cevap bulmaya çalışırken içimden sonsuz bir utanç dalgası yükseldi.
Utanç dalgasının tepemdeki kara bulutlarda kaybolmasıyla önümden hızla geçen arabayı fark ettim. Farlardan gözlerim kamaştı birden. Göz bebeklerim normal boyutlarına ulaştıklarında Serkan Bey gözden kaybolmuştu. O an bildiğim bütün küfürleri saydım içimden. Gecenin finali böyle olmamalıydı. Madem bu işin içindeydim, doyasıya yaşamalıydım heyecanını. Dört bir yanıma da baktıktan sonra derin bir nefes alıp düşünmeye başladım. Salih Bey’in verdiği ev adresini nereye koyduğumu hatırlamak için zorluyordum kendimi. Ceplerimi çoktan karıştırmaya başlamıştım. Adresi ceketimin iç cebinde bulduğumda yağmur hızlanmaya başladı. Bana doğru yaklaşan dört tekerlekli sarı şeyin taksi olmasını umarak elimi kaldırdım.
Taksici sevimli bir adamdı. Bu izlenimim, kurulanmam için verdiği kağıt havlulara karşı kendimi borçlu hissetmemden kaynaklanıyordu. Adresin yazılı olduğu kağıdı uzattım taksiciye. “Hemen abi. Gidiyoruz.” dedi. Dediği gibi de oldu. Hemen gittik.
Yedi katlı bir binanın önünde, ne yapacağımı bilmez bir halde bekliyordum. Serkan Bey’in eve gelip gelmediğini bilmiyordum. Zillerden ismine bakıp ışığının yanıp yanmadığını kontrol etmek geldi aklıma. Ama zillerden, binanın hangi cephesinde oturduğu belli olmuyordu. Zile basıp saklansam mı, dedim sonra. Tam elimi zile yaklaştırıyordum ki kapı açıldı. Kara bulutlarımın beni ele vermesinden korkarak bir adım geri attım. Kapıyı açan apartmanın kapıcısıydı. “ Buyurun. Kimi aradıydınız?” dedi. O anda uydurulabilecek en mantıksız yalanı uydurarak cevap verdim kapıcıya: “ Şey…Ben üçüncü kattaki Hasan Bey’in - bu ismi de zillerden okuyuvermiştim – arkadaşıyım. Bana anahtarını verdi. Evden giysilerini almaya geldim. Bizde kalacak bu akşam”
“ İyi de kendisi biraz önce…”
Adamın konuşmasına fırsat vermeden içeri daldım. Hızla ama koşmadan çıkmaya başladım merdivenlerden. Elimi cebimdeki anahtarla buluşturduğumda Serkan Bey’in kapısının önündeydim. İşte şimdi bulutlarım, soru işaretlerim ve utanç duyduğum her şeyle yüzleşme zamanıydı.
Hayatımda ilk kez bütün gururumu bir kenara bırakıp hiç sevmediğim bir insandan özür dileyecektim. Evet, ona her şeyi anlatıp bu aptal vicdan azabından kurtaracaktım kendimi. Söyleyeceğim şeyleri toparlamaya çalışırken zile bastım. Kapı açılmadı. Tekrar bastım. Tekrar, tekrar…Kapı açılmıyordu. Eve gelmemişti demek ki. Belki de paraları yemeye gitmişti. Belki de beş yıldızlı bir otelin kumarhanesindeydi şu anda. Ya da belki de, içeride, yorgunluktan uyuyakalmıştı.
Cebimden anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. İçeride tek bir odanın ışığı açıktı. Kapıdan adımımı attığım anda ağır bir gaz kokusu genzimi yaktı. Elimi elektrik düğmesine götürecekken vazgeçtim ve kokunun geldiği yeri tespit etmeye çalıştım. Koku mutfaktan geliyordu. Tüp, gaz kaçırmıştı demek ki. Düşüncelerimin seri akışına hayret ederek ışığın açık olduğu odaya koştum. Serkan Bey yataktaydı. Baygın bir halde öylece yatıyordu. Uyandırmaya çalıştım, bağırdım. Uyanmıyordu. Telaşla, cebimden telefonumu çıkarıp ambulans çağırdım.
Kara bulutlarım gaz kokusuyla beraber beni öksürtürken hayal kırıklığı ve utancın kollarına kendimi bırakmıştım. Kendimi suçluyordum. Anlamsızca kendimi suçluyordum. Benim yüzümdendi. Sadece benim yüzümden. Karamsarlık çöplüğümden çıkardığım bütün uğursuzluklarımı bu zavallı adamın üzerine boşaltmıştım. Acıyordum kendime. İnsanın girmediği bir iddiayı kaybetmesi gibi, hayatımdan bir şeyler eksilmişti sanki. Eğer Serkan Bey ölürse kendimi hiçbir zaman affetmeyecektim. Hiçbir zaman!
Serkan Bey şu anda yoğun bakımda. Ciğerleri mahvolmuş. Doktorlar bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlar. Bense odanın kapısının karşısında, duvara yaslanmış, boş boş, elimdeki deftere bakıyorum. Hayat benim için artık küllerinden doğuyor. Di’li geçmiş zaman tanıklığın göstergesidir. Ben her şeye tanık oldum.
_ Kasadan yüklü bir miktarda eksik çıktı. Müdür Bey’e nasıl söylesem bilemiyorum. Anahtar en son ondaydı. Beni suçlayamaz herhalde. Ama yine de endişeleniyorum. Üç dört aylık maaşımı feda etmek zorunda kalabilirim._
Bugünün ana konusu di’li geçmiş zaman. Sebebi şu: ‘ Hayat yaşanılası kılınan her şeyi geçmişte saklar.’ Ve benim uykum gel-di. Yatağıma yat-tım, uyu-dum.
Anladım. Bu kez gerçekten anladım. Ben aslında yazamıyorum. Yok, hayır. Bu değildi yazmak istediğim. Aslında şöyle yazacaktım: Tanrım! Yazamıyorum. Ne oldu bana böyle? Nasıl oldu da bu kadar köreldi parmaklarım ya da zihnim? Ya da parmaklarım…
Bu böyle olmayacak. Ben nasıl olur da koca bir paragrafta hiçbir şey anlatamam, hiçbir şey yazamam! Bir yolu olmalı. Birileriyle mi konuşsam? Peki ya daha fazla körelirsem? Hep öyle olmaz mı zaten? Sonuca giderken hep başlangıçtan uzaklaşılmaz mı? Nasıl yani? Ben şimdi sonuca mı gidiyorum? Tanrım! Sonum, sonucum, gerçekten iyi değil öyleyse. Biraz durup dinlensem mi? Hani derler ya zaman her şeyin ilacıdır diye. Ama zaten yıllardır dinlenmiyor muyum? Ya da bir mucize mi beklesem? Yeşilçam filmlerindeki gibi kör adam bir şok geçirir ve görmeye başlar. Yazmaya başlamak için bir şok mu geçirmeliyim acaba? Nasıl bir şok iyi gelirdi bu hastalığa? Örneğin, gecenin bir vakti kapım çalsa ve tanımadığım bir adam evime girse…Bakayım bir saatime. Evet, saat ikiyi geçiyor. Yani ‘ Gecenin bir vakti’ niteliğinde bir vakit. Yani böyle bir şok için oldukça uygun…
“ Aç şu kapıyı!”
“ Sen de kimsin?”
“ Şu kapıyı açar mısın lütfen?”
(Kapıyı açarsam yazabilir miyim acaba? Açmadan bilemem. Açıyorum.)
“ Kimsin be adam?”
“ Bekle biraz, soluklanayım. Söyleyeceğim kim olduğumu.”
Evim tek katlı, bahçeli bir ev. Kapıyı kapatıyorum; çünkü bekçinin ve düdüğünün eve hızla yaklaştığını fark ediyorum. Hayır fark etmiyorum. Bana bunu şu tanımadığım adam söylüyor.
“ Kapat kapıyı! Bekçi geliyor. Kaçıyorum farkında değil misin?”
“ Farkındayım da seni niye içeri aldım, asıl onun farkında değilim.”
“ Kim olduğu söylersem daha güvende olacağım sanırım. Ben bir yazarım. Tanımazsın. Dört yıl önce bir romanım yayımlandı. Deniz, Kumsal, Deniz. Romanımın adı bu. Duydun mu hiç?”
“ Hayır, duymadım.”
“ Neyse, tanıttım işte kendimi, ben bir yazarım.”
Adam inadına yazarım diyor. Yazarsan yaz yahu, bana ne! Ben de yazamıyorum işte. Hem o romanın adı Deniz, Kumsal, Deniz değil. Deniz, Sahil, Deniz. Canım adama duymadım diyeceğim tabii. Yoksa nasıl çıkar bu adam bu evden?
“ İyi de niye kaçıyorsun bekçiden?”
“ Hırsızlık yapıyordum da ondan.”
“ Nasıl yani? İnanmıyorum ya! Bir de pişkin pişkin söylüyorsun. Kendini yazarım değil de hırsızım diye tanıtsana o zaman.”
Bu bir şok etkisi yaratmalı aslında bende. Ama yaratmıyor bir türlü. Biraz önce önemli biri olduğunu sandığım bu adama sen diye ithaf etmekten utanırken, şimdi böyle bir adamı nasıl içeri aldığıma inanamayarak kendimden utanıyorum.
“ Öyleyse ben polise haber vereyim, izninle.”
“ Dur bir dakika! Beni bir dinle önce. Ne çalmaya çalıştığımı ya da niye hırsızlık yaptığımı merak etmiyor musun?”
“ Ne diye soracakmışım! Hırsızmışsın işte. Ne çaldığın niye önemli olsun ki ?”
“ Benden çalınan bir şeyi geri almak için sözüm ona hırsızlık yapıyorum. Yani bir hırsızın evine giriyorum. Bunu bekçiye gecenin bu saatinde anlatamazdım herhalde değil mi? Bu arada bana bir bardak su getirir misin? Konuşacak halim kalmadı.”
Bu adama inanıp inanmamak arasında gidip gelirken mutfaktan bağırıyorum:
“ Neymiş bu hırsızın senden çaldığı şey?”
“ Yeni romanım.”
Yok, bu kez gerçekten inanmayacağım bu adama. İnsan söyleyeceği yalanı biraz sağlam temellere oturtur yahu. Benim salak olduğumu sanıyor herhalde. Yazamıyor olabilirim ama düşünemiyor da değilim ya.
“ Tamam yeter bu kadar saçmalık. Sen suyunu iç, ben polis çağırıyorum.”
“ Ya niye inanmıyorsun bana? Adam resmen yıllarımı verdiğim araştırmalarla, binlerce zahmetle yazdığım romanımı çaldı. Kendi romanı diye sürecek piyasaya.”
“ Ooo. Anlaşılan diğer hırsız arkadaş da yazar. Biraz inanılası yalanlar söylesene be adam. Gerizekalı mı sandın sen beni!”
“ Nasıl inandırabilirim ben seni? Dinle bak. Bu adam beni kendine rakip seçmiş. Kendi bir şey yazamadığından bana saldırıyor. İlk romanımın tanınmamasının sebebi işte bu adam. Yapabileceğim her türlü reklamı engelledi bu adam. Her şeyde karşıma çıkıyor. Bu kez de romanımı çaldı. Adam ben tanınmış bir yazar olmayayım diye her şeyi yapıyor. Zaten şu aptal bekçi yüzünden alamadım onca emek harcadığım romanımı. Bir de burada durmuş, seni inandırmaya çalışıyorum.”
“ İnanmam tabii! Söylediklerine bir baksana. Sen benim yerimde olsan inanır mıydın?”
“ Haklısın ama şu anda senin yardımına ihtiyacım var. Bana şimdilik inanmasan da ne olur yardım et. O romanı o evden almalıyım.”
Bu adama anlayamadığım bir sebepten yardım etmek istiyorum. Birine yardım edeceksen öncelikle ona ve edeceğin yardıma inanmalısın. Birkaç saniye adama öylece bakıyorum. O konuşmaya devam ederken kendimi ona inanmaya çalışırken buluyorum.
“ Bak, bu romana yıllarımı verdim. Yaptığım kurgunun gerçeğine en yakını olabilmesi için yarattığım her karakterin kişiliklerini tamamlayan şehirler, evler, odalar araştırdım. Şehir şehir gezdim. Ve romanı tam bitirecekken, tam son bölümü, düğümün çözüldüğü bölümü yazacakken bu şerefsiz adam aldı gitti.”
“ Peki niye başka kopyası yok bu romanın? Hiç mi akıl edemedin bu adamın böyle bir şey yapacağını?”
( Bu soruyu ne diye soruyorum sanki. Hakikatli bir cevap yazabilecek kadar bir şeyler yazabilseydim zaten hiç başlamazdım bu öyküyü yazmaya. Neyse hazır şu adama inanmışken, vereceği cevap için yardım edeyim bari. Şimdi daha iyi anlıyorum benden neden yardım istediğini.)
“ İşte zaten olayın en trajik yanı da bu. Bu adam evime girip romanın dosyasını çalarken. Bilgisayardaki kopyalarını da bulup silmiş. Şifremi nereden bulduğunuysa bu gece kendisine sormayı düşünüyordum. Ancak tam evin kapısını açacakken bekçi gördü beni.”
Adama olan inancım yön değiştirmeye başlıyor. Artık bu adamın akıl hastası olduğuna inanıyorum. Ve bu kez gerçekten evimden kovmaya karar veriyorum. Ama bir dakika! Bu adam akıl hastası olamaz. Ben bu adamın ilk romanını okumuştum değil mi? Adını yanlış söylese de romanın arkasındaki fotoğrafından tanıyorum bu adamı. Galiba doğru söylüyor. Üstelik benden daha akıllı ki yazabiliyor. Adama yardım etme kararını bu kez kesin olarak alıyorum.
“ Peki, tamam. İnanıyorum sana. Haydi gidip alalım romanını.”
Şaşırıyor. Bu kadar çabuk inanabileceğime inanası gelmiyor. Hatta ona “ Neden polise gitmiyorsun?” sorusunu başından beri niye sormadığımı da merak ediyor. ( Ama biliyor ki benim evimde sadece benim kalemim oynar. Bunu bildiği gibi benim macerayı seven biri olduğumu da biliyor.) Ve bana planımızı anlatmaya başlıyor:
“ Ben adamın kapısını açmaya çalışırken sen bekçi geliyor mu diye bakacaksın. Sonra içeri gireceğiz. Ben adama eterli pamuğu koklatırken sen adamın çalışma odasının neresi olduğunu bulacaksın. Gerisini de orada düşünürüz.”
“ Tamam. Dediğin gibi olsun.”
Ben bunu söylerken bir an yüzüme bakıyor. ( Zaten yapacaklarının benim elimde olduğunu bildiğinden sanki bu işi tek başına yaparsa egosunu tatmin edecekmiş gibi geliyor.) Biraz çekinerek konuşmaya başlıyor.
“ Vazgeçtim. Bence sen evde kal ve ben kendim halledeyim kendi işimi. Seni tehlikeye atmak istemiyorum. Zaten beni bekçiden kurtararak bana yapabileceğin en büyük yardımı yaptın. Sen burada kal.”
Onu duymamış gibi yapıyorum.
“ Ya aslında ben senin ilk romanını okumuştum. Ama o romanın adı Deniz, Sahil, Deniz değil miydi?”
“ Hayır. O, romanın ilk adıydı. Yayımlanmadan hemen önce değiştirmiştim. Sen nereden biliyorsun?”
Eyvah! Onu şüphelendiriyorum. Ne büyük salaklık şu yaptığım. Yakayı ele verecektim neredeyse.( Tam da yazabileceğime inanmışken.) Konuyu kapatmak için onu göndermeye çalışıyorum.
“ Tamam öyleyse sen git artık. Bekçi buraya tekrar gelmeden hallet işini.”
( Bu öykünün benim elimde olması ona başka bir seçenek bırakmıyor.)
“ Tamam, gidiyorum. Her şey için sağ ol.”
“ Önemli değil. Umarım istediklerini yapabilir ve ünlü bir yazar olursun.”
“ Sağ ol. İyi geceler.”
Ardından bir saniye bile beklemeden kapatıyorum kapıyı. Bu adamı bir kere daha atlatabilmiş olmanın verdiği huzurla yatak odama gidiyorum. Yatak odamla çalışma odam aynı yerde. Yani hep bir türlü yazamazken uyuyakalıyorum ben.
Yatağıma yatalı on dakika olmadan odamın kapısı açılıyor. İçeri biri giriyor. Ve ben eterli pamuğun kokusuyla her zamankinden farklı bir uykuya dalarken yine yazamadığımı anlıyorum. Ama umudumu kesmiyorum. Yarın sabah çaldığım romanı masamda bulamayınca yaşayacağım şokun beni yeniden yazmaya sevk edeceğine inanıyorum. Artık mantığımın tamamen kapandığını hissetmeye başladığımda adamın sesini bir fısıltı gibi duyuyorum:
“ Bilgisayar şifremi nereden buldun şerefsiz herif?”
Bu böyle olmayacak. Ben nasıl olur da koca bir paragrafta hiçbir şey anlatamam, hiçbir şey yazamam! Bir yolu olmalı. Birileriyle mi konuşsam? Peki ya daha fazla körelirsem? Hep öyle olmaz mı zaten? Sonuca giderken hep başlangıçtan uzaklaşılmaz mı? Nasıl yani? Ben şimdi sonuca mı gidiyorum? Tanrım! Sonum, sonucum, gerçekten iyi değil öyleyse. Biraz durup dinlensem mi? Hani derler ya zaman her şeyin ilacıdır diye. Ama zaten yıllardır dinlenmiyor muyum? Ya da bir mucize mi beklesem? Yeşilçam filmlerindeki gibi kör adam bir şok geçirir ve görmeye başlar. Yazmaya başlamak için bir şok mu geçirmeliyim acaba? Nasıl bir şok iyi gelirdi bu hastalığa? Örneğin, gecenin bir vakti kapım çalsa ve tanımadığım bir adam evime girse…Bakayım bir saatime. Evet, saat ikiyi geçiyor. Yani ‘ Gecenin bir vakti’ niteliğinde bir vakit. Yani böyle bir şok için oldukça uygun…
“ Aç şu kapıyı!”
“ Sen de kimsin?”
“ Şu kapıyı açar mısın lütfen?”
(Kapıyı açarsam yazabilir miyim acaba? Açmadan bilemem. Açıyorum.)
“ Kimsin be adam?”
“ Bekle biraz, soluklanayım. Söyleyeceğim kim olduğumu.”
Evim tek katlı, bahçeli bir ev. Kapıyı kapatıyorum; çünkü bekçinin ve düdüğünün eve hızla yaklaştığını fark ediyorum. Hayır fark etmiyorum. Bana bunu şu tanımadığım adam söylüyor.
“ Kapat kapıyı! Bekçi geliyor. Kaçıyorum farkında değil misin?”
“ Farkındayım da seni niye içeri aldım, asıl onun farkında değilim.”
“ Kim olduğu söylersem daha güvende olacağım sanırım. Ben bir yazarım. Tanımazsın. Dört yıl önce bir romanım yayımlandı. Deniz, Kumsal, Deniz. Romanımın adı bu. Duydun mu hiç?”
“ Hayır, duymadım.”
“ Neyse, tanıttım işte kendimi, ben bir yazarım.”
Adam inadına yazarım diyor. Yazarsan yaz yahu, bana ne! Ben de yazamıyorum işte. Hem o romanın adı Deniz, Kumsal, Deniz değil. Deniz, Sahil, Deniz. Canım adama duymadım diyeceğim tabii. Yoksa nasıl çıkar bu adam bu evden?
“ İyi de niye kaçıyorsun bekçiden?”
“ Hırsızlık yapıyordum da ondan.”
“ Nasıl yani? İnanmıyorum ya! Bir de pişkin pişkin söylüyorsun. Kendini yazarım değil de hırsızım diye tanıtsana o zaman.”
Bu bir şok etkisi yaratmalı aslında bende. Ama yaratmıyor bir türlü. Biraz önce önemli biri olduğunu sandığım bu adama sen diye ithaf etmekten utanırken, şimdi böyle bir adamı nasıl içeri aldığıma inanamayarak kendimden utanıyorum.
“ Öyleyse ben polise haber vereyim, izninle.”
“ Dur bir dakika! Beni bir dinle önce. Ne çalmaya çalıştığımı ya da niye hırsızlık yaptığımı merak etmiyor musun?”
“ Ne diye soracakmışım! Hırsızmışsın işte. Ne çaldığın niye önemli olsun ki ?”
“ Benden çalınan bir şeyi geri almak için sözüm ona hırsızlık yapıyorum. Yani bir hırsızın evine giriyorum. Bunu bekçiye gecenin bu saatinde anlatamazdım herhalde değil mi? Bu arada bana bir bardak su getirir misin? Konuşacak halim kalmadı.”
Bu adama inanıp inanmamak arasında gidip gelirken mutfaktan bağırıyorum:
“ Neymiş bu hırsızın senden çaldığı şey?”
“ Yeni romanım.”
Yok, bu kez gerçekten inanmayacağım bu adama. İnsan söyleyeceği yalanı biraz sağlam temellere oturtur yahu. Benim salak olduğumu sanıyor herhalde. Yazamıyor olabilirim ama düşünemiyor da değilim ya.
“ Tamam yeter bu kadar saçmalık. Sen suyunu iç, ben polis çağırıyorum.”
“ Ya niye inanmıyorsun bana? Adam resmen yıllarımı verdiğim araştırmalarla, binlerce zahmetle yazdığım romanımı çaldı. Kendi romanı diye sürecek piyasaya.”
“ Ooo. Anlaşılan diğer hırsız arkadaş da yazar. Biraz inanılası yalanlar söylesene be adam. Gerizekalı mı sandın sen beni!”
“ Nasıl inandırabilirim ben seni? Dinle bak. Bu adam beni kendine rakip seçmiş. Kendi bir şey yazamadığından bana saldırıyor. İlk romanımın tanınmamasının sebebi işte bu adam. Yapabileceğim her türlü reklamı engelledi bu adam. Her şeyde karşıma çıkıyor. Bu kez de romanımı çaldı. Adam ben tanınmış bir yazar olmayayım diye her şeyi yapıyor. Zaten şu aptal bekçi yüzünden alamadım onca emek harcadığım romanımı. Bir de burada durmuş, seni inandırmaya çalışıyorum.”
“ İnanmam tabii! Söylediklerine bir baksana. Sen benim yerimde olsan inanır mıydın?”
“ Haklısın ama şu anda senin yardımına ihtiyacım var. Bana şimdilik inanmasan da ne olur yardım et. O romanı o evden almalıyım.”
Bu adama anlayamadığım bir sebepten yardım etmek istiyorum. Birine yardım edeceksen öncelikle ona ve edeceğin yardıma inanmalısın. Birkaç saniye adama öylece bakıyorum. O konuşmaya devam ederken kendimi ona inanmaya çalışırken buluyorum.
“ Bak, bu romana yıllarımı verdim. Yaptığım kurgunun gerçeğine en yakını olabilmesi için yarattığım her karakterin kişiliklerini tamamlayan şehirler, evler, odalar araştırdım. Şehir şehir gezdim. Ve romanı tam bitirecekken, tam son bölümü, düğümün çözüldüğü bölümü yazacakken bu şerefsiz adam aldı gitti.”
“ Peki niye başka kopyası yok bu romanın? Hiç mi akıl edemedin bu adamın böyle bir şey yapacağını?”
( Bu soruyu ne diye soruyorum sanki. Hakikatli bir cevap yazabilecek kadar bir şeyler yazabilseydim zaten hiç başlamazdım bu öyküyü yazmaya. Neyse hazır şu adama inanmışken, vereceği cevap için yardım edeyim bari. Şimdi daha iyi anlıyorum benden neden yardım istediğini.)
“ İşte zaten olayın en trajik yanı da bu. Bu adam evime girip romanın dosyasını çalarken. Bilgisayardaki kopyalarını da bulup silmiş. Şifremi nereden bulduğunuysa bu gece kendisine sormayı düşünüyordum. Ancak tam evin kapısını açacakken bekçi gördü beni.”
Adama olan inancım yön değiştirmeye başlıyor. Artık bu adamın akıl hastası olduğuna inanıyorum. Ve bu kez gerçekten evimden kovmaya karar veriyorum. Ama bir dakika! Bu adam akıl hastası olamaz. Ben bu adamın ilk romanını okumuştum değil mi? Adını yanlış söylese de romanın arkasındaki fotoğrafından tanıyorum bu adamı. Galiba doğru söylüyor. Üstelik benden daha akıllı ki yazabiliyor. Adama yardım etme kararını bu kez kesin olarak alıyorum.
“ Peki, tamam. İnanıyorum sana. Haydi gidip alalım romanını.”
Şaşırıyor. Bu kadar çabuk inanabileceğime inanası gelmiyor. Hatta ona “ Neden polise gitmiyorsun?” sorusunu başından beri niye sormadığımı da merak ediyor. ( Ama biliyor ki benim evimde sadece benim kalemim oynar. Bunu bildiği gibi benim macerayı seven biri olduğumu da biliyor.) Ve bana planımızı anlatmaya başlıyor:
“ Ben adamın kapısını açmaya çalışırken sen bekçi geliyor mu diye bakacaksın. Sonra içeri gireceğiz. Ben adama eterli pamuğu koklatırken sen adamın çalışma odasının neresi olduğunu bulacaksın. Gerisini de orada düşünürüz.”
“ Tamam. Dediğin gibi olsun.”
Ben bunu söylerken bir an yüzüme bakıyor. ( Zaten yapacaklarının benim elimde olduğunu bildiğinden sanki bu işi tek başına yaparsa egosunu tatmin edecekmiş gibi geliyor.) Biraz çekinerek konuşmaya başlıyor.
“ Vazgeçtim. Bence sen evde kal ve ben kendim halledeyim kendi işimi. Seni tehlikeye atmak istemiyorum. Zaten beni bekçiden kurtararak bana yapabileceğin en büyük yardımı yaptın. Sen burada kal.”
Onu duymamış gibi yapıyorum.
“ Ya aslında ben senin ilk romanını okumuştum. Ama o romanın adı Deniz, Sahil, Deniz değil miydi?”
“ Hayır. O, romanın ilk adıydı. Yayımlanmadan hemen önce değiştirmiştim. Sen nereden biliyorsun?”
Eyvah! Onu şüphelendiriyorum. Ne büyük salaklık şu yaptığım. Yakayı ele verecektim neredeyse.( Tam da yazabileceğime inanmışken.) Konuyu kapatmak için onu göndermeye çalışıyorum.
“ Tamam öyleyse sen git artık. Bekçi buraya tekrar gelmeden hallet işini.”
( Bu öykünün benim elimde olması ona başka bir seçenek bırakmıyor.)
“ Tamam, gidiyorum. Her şey için sağ ol.”
“ Önemli değil. Umarım istediklerini yapabilir ve ünlü bir yazar olursun.”
“ Sağ ol. İyi geceler.”
Ardından bir saniye bile beklemeden kapatıyorum kapıyı. Bu adamı bir kere daha atlatabilmiş olmanın verdiği huzurla yatak odama gidiyorum. Yatak odamla çalışma odam aynı yerde. Yani hep bir türlü yazamazken uyuyakalıyorum ben.
Yatağıma yatalı on dakika olmadan odamın kapısı açılıyor. İçeri biri giriyor. Ve ben eterli pamuğun kokusuyla her zamankinden farklı bir uykuya dalarken yine yazamadığımı anlıyorum. Ama umudumu kesmiyorum. Yarın sabah çaldığım romanı masamda bulamayınca yaşayacağım şokun beni yeniden yazmaya sevk edeceğine inanıyorum. Artık mantığımın tamamen kapandığını hissetmeye başladığımda adamın sesini bir fısıltı gibi duyuyorum:
“ Bilgisayar şifremi nereden buldun şerefsiz herif?”
Uzun bir yolculuktan henüz dönmüş gibi yorgun ve uykusuzum. Ama omuzlarıma bindirdiğim değerli, kırılacak eşya gibi değerli yükü düşürmemiş olmam teselli ediyor beni. Ve bu değerli yük tarihin tekerrür edeceğini ispatlar gibi bütün ağırlığını bırakıyor köprücük kemiklerime.
Tam yedi ay oldu. O mektubu alalı tam yedi ay oldu. Sabahın köründe postacının kapıya geldiğini hatırlıyorum. Göndereni belli olmayan o mektubu bana uzattığını, gözlerimi ovuşturup mektubu dikkatlice ve merakla açmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
“ Merhaba Selim,
Öncelikle bu mektubun bir şaka olduğunu ya da bir tuzak olduğunu zannetme. Sana diğerlerinden daha farklı, daha zeki, daha dikkatli olduğunu söylemek istiyorum. Çünkü bu görev ancak senin gibi birine verilebilirdi. Sana kim olduğumuzu açıklayamayacak kadar ciddi bir kurumdayım. Ve bize yapacağın yardım için şimdiden teşekkür ederiz sana.
Şimdi dikkatlice oku. Aşağıda vereceğim adres senin hayatını baştan sona değiştirecek, bütün isteklerini, umutlarını gerçekleştirecek şeyleri barındırıyor. Daha doğrusu bu görev senin hayatında bir dönüm noktası olacak. Bu adrese bir sırt çantasıyla git. Ve tarif ettiğim yerin tam karşısındaki çay bahçesinde çalışan en uzun boylu garsona mektubu aldığını söyle. O seni yönlendirecektir.
Bunun bir şaka olmadığını dediklerimi yaparsan daha iyi anlayacaksın. Sana şu anki hayatından çok daha lüks çok daha eğlenceli ve rahat bir hayata erişeceğini garanti ediyorum. Oraya gidersen kim olduğumu da öğreneceksin.
Tekrar söylüyorum, bizim için çok önemlisin. Ve lütfen bu görev de senin için o kadar önemli olsun.”
Mektubu okuduktan sonra gülmeye başladım. Bunun arkadaşlarım tarafından yapılmış bayat bir espri olduğuna inanıyordum. Ama bu inancım o gece gördüğüm rüyaya kadar yaşadı. Rüyamda ben uçurumdan atlarken o da öldü. Uyandığımda daha farklı daha ciddi bir inanç yer etmişti zihnimde. Rüyamda o mektubu yazan adamı görmüştüm. Adam bir eliyle karımı diğer eliyle ise annemi tutuyordu. Eğer dediğini yaparsam onları bana geri vereceğini söylüyordu. Uyandığımda vücudum buz gibiydi. Korkuyla cesaretin birbiri içinde kaybolduğu hislerle sabaha kadar düşündüm. Ve bir karar verdim. O adrese gidecektim. Bu bir espri de olsa bana zarar vermeyeceğine inandırdım kendimi. Saat yediye geldiğinde hazırlanmaya başladım.
Mektupta yazan sokağa girdiğimde ilk önce çay bahçesini gördüm. Çay bahçesinin karşısındaysa eski, bahçeli, tek katlı bir ev vardı. Ev hakkında saçma sapan düşüncelere kendimi kaptırmadan çay bahçesine gittim. Garsonların boylarını karşılaştırmak üç dört dakikamı aldı. Yanlış bir adama gidersem benimle dalga geçeceğini düşündüm. Ve en uzun boylu olanın hangisi olduğuna karar verdiğimde mektubu yavaşça cebimden çıkardım.
“ Merhaba. Ben Selim. Siz burada çalışan garsonlar arasında en uzun boylu olanısınız değil mi?” Bu lafı söylediğimde ne kadar komik olduğumu, adamın benimle dalga geçeceğini düşündüm. Ama öyle olmadı.
“ Merhaba Selim Bey. Gelmeyeceğinizi sanmıştım. İnanmayacağınızı…”
“ Yoksa mektubu yazan siz misiniz?”
“ Hayır Selim Bey. Ciddiyeti hala kavrayamadığınız anlaşılıyor. Bu kurumda herkesin tek bir görevi vardır. Ben sadece sizi yönlendirmekle görevliyim.”
İçimi bu kez adamın da söylediği gibi ciddi(!) bir korku kaplamıştı. Galiba karanlık işlere böyle giriyordu insanlar. Bir an vazgeçtiğimi gitmek istediğimi söylemek geldi içimden. Ama adam çoktan beni kolumdan tutup karşıdaki eve götürmeye başlamıştı. Bacaklarımın titrediğini hissettim. Fark ettirmemek için daha hızlı yürümeye başladım.
Garson cebinden bir anahtar çıkardı ve evin kapısını açtı. Evden ağır bir ahşap kokusu geldi burnuma. Garson ben içeri girdikten sonra kapıya yöneldi. Ve konuşmaya başladı:
“ Bakın Selim Bey, bu evin en küçük odasını bulun. Ve bu odadaki en büyük dolabı da…Dolabın kapağını açtığınızda karşınıza çıkan çekmecelerden kapağı en eski olanını açın. Ve çekmecenin içinden çıkan şeyi sırt çantanıza koyup evinize dönün. İki gün içinde size tekrar bir mektup gelecek. Mektup gelene kadar taşıdığınız o değerli şeyi çok iyi koruyun. Ona bir zarar gelmediği takdirde karınız ve anneniz size şimdikinden çok daha yakın olacak.”
Garson benim konuşmama izin vermeden çıktı ve kapıyı kapattı. Tanımadığım bir adamın karımın ve annemin adını ağzına alması beni inanılmaz rahatsız etti. Kafam allak bullak olmuştu. Eğer o şeyi bulmazsam, koruyamazsam kötü bir şeyler olacağını hissettim. Ve baş ağrımla beraber evin en küçük odasını aramaya başladım.
En küçük odayı, odadaki en büyük dolabı, dolaptaki en eski çekmeceyi bulduktan sonra merakla açtım çekmeceyi. İçinden bir vazo çıktı. Tam o an bunun yine iğrenç bir şaka olma ihtimali geldi aklıma. Ama gülemedim. Vazoyu elime aldım. İncelemeye başladım. Her yeri işlemelerle doluydu. Değerli bir şeye benziyordu. Ama üzerindeki işlemelerin soluk renkli olması eski olduğunu açıkça belli ediyordu. Bu kötü kokan evde daha fazla beklememeliydim. Vazoyu çantama koyup çıktım evden.
Çay bahçesindeki garsonla göz göze geldim. Başımı “Tamamdır” manasında salladım. Gülümsedi. Eliyle evime gitmemi işaret etti. Ve cep telefonuyla bir yerleri aradığını gördüm. Önemsemedim. Evin olduğu sokaktan çıkıp daha kalabalık bir caddeye geldiğimde beni bir polis arabasının takip ettiğini fark ettim. Ve bir anda koşmaya başladım. Yaptığım ne büyük bir salaklıktı. Suç işlemiş biri gibi polisten kaçıyordum. Ne büyük aptallıktı yaptığım. Bana pahalıya patlayacak olan bir aptallık…
Tam yedi ay oldu. O mektubu alalı ve bu lanet yere düşeli tam yedi ay oldu. Vücudum hapishanenin nemli havasına alışsa da aklım hala küfrediyor. Beni sorgulamaya devam ediyorlar hala. O vazoyu nereden bulduğumu öğrenmek istiyorlar. Söylemiyorum. Söylersem karımla anneme kötü şeyler yapacaklarmış gibi geliyor. O kurum, o lanet olası kurum onlara zarar verecekmiş gibi geliyor. Vazoyu nereden bulduğumu söylememek omuzlarımı ağrıtsa da güzel karıma ve anneme kötü şeyler yapmalarını göze alamam. Biliyorum ikisi de yaşamıyor şu an. Ama yine de korkuyorum.
Buradan kurtulma umudum yavaş yavaş sona eriyor. Artık yalnızca bu defter ve kalem var hayatımda. Ama burası öyle ilginç bir yer ki herkesin elinde bir defter ve bir kalem var. Kimse birbiriyle konuşmuyor burada. Herkes bir sır saklar gibi. Ben de konuşmuyorum. Karım, annem geliyor aklıma. Belki onların da benim gibi korkuları vardır. Ondan susuyorlardır.
Tam yedi ay oldu. Daha yolun başında olduğumu artık çok daha iyi anlıyorum. Ve elimden sadece çaresizce susmak geliyor.
(Bu defter diğer bütün defterler gibi o psikopat, tarihi eser kaçakçısı garsonun tutuklanmasında kanıt olarak kullanılacaktır. Suçu yalnızca tarihi eser kaçakçılığı değil aynı zamanda masum insanların zayıf yanlarıyla, kaybettikleri yakınlarıyla dalga geçip onları bu suça ortak etmek ve hayatlarını hapishanelerde mahvetmelerine sebep olmaktır. Defterlere yazılanların üzerinden yıllar geçmiştir. Bu insanların kaybettiği yılların telafisi yoktur. Ve en kötüsü de yukarıda okuduğunuz, Selim Bey’in defterinden alınan örnekte bahsedilen vazo, sanıldığı gibi tarihi eser değil onun başarılı bir kopyasıdır.)
Tam yedi ay oldu. O mektubu alalı tam yedi ay oldu. Sabahın köründe postacının kapıya geldiğini hatırlıyorum. Göndereni belli olmayan o mektubu bana uzattığını, gözlerimi ovuşturup mektubu dikkatlice ve merakla açmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
“ Merhaba Selim,
Öncelikle bu mektubun bir şaka olduğunu ya da bir tuzak olduğunu zannetme. Sana diğerlerinden daha farklı, daha zeki, daha dikkatli olduğunu söylemek istiyorum. Çünkü bu görev ancak senin gibi birine verilebilirdi. Sana kim olduğumuzu açıklayamayacak kadar ciddi bir kurumdayım. Ve bize yapacağın yardım için şimdiden teşekkür ederiz sana.
Şimdi dikkatlice oku. Aşağıda vereceğim adres senin hayatını baştan sona değiştirecek, bütün isteklerini, umutlarını gerçekleştirecek şeyleri barındırıyor. Daha doğrusu bu görev senin hayatında bir dönüm noktası olacak. Bu adrese bir sırt çantasıyla git. Ve tarif ettiğim yerin tam karşısındaki çay bahçesinde çalışan en uzun boylu garsona mektubu aldığını söyle. O seni yönlendirecektir.
Bunun bir şaka olmadığını dediklerimi yaparsan daha iyi anlayacaksın. Sana şu anki hayatından çok daha lüks çok daha eğlenceli ve rahat bir hayata erişeceğini garanti ediyorum. Oraya gidersen kim olduğumu da öğreneceksin.
Tekrar söylüyorum, bizim için çok önemlisin. Ve lütfen bu görev de senin için o kadar önemli olsun.”
Mektubu okuduktan sonra gülmeye başladım. Bunun arkadaşlarım tarafından yapılmış bayat bir espri olduğuna inanıyordum. Ama bu inancım o gece gördüğüm rüyaya kadar yaşadı. Rüyamda ben uçurumdan atlarken o da öldü. Uyandığımda daha farklı daha ciddi bir inanç yer etmişti zihnimde. Rüyamda o mektubu yazan adamı görmüştüm. Adam bir eliyle karımı diğer eliyle ise annemi tutuyordu. Eğer dediğini yaparsam onları bana geri vereceğini söylüyordu. Uyandığımda vücudum buz gibiydi. Korkuyla cesaretin birbiri içinde kaybolduğu hislerle sabaha kadar düşündüm. Ve bir karar verdim. O adrese gidecektim. Bu bir espri de olsa bana zarar vermeyeceğine inandırdım kendimi. Saat yediye geldiğinde hazırlanmaya başladım.
Mektupta yazan sokağa girdiğimde ilk önce çay bahçesini gördüm. Çay bahçesinin karşısındaysa eski, bahçeli, tek katlı bir ev vardı. Ev hakkında saçma sapan düşüncelere kendimi kaptırmadan çay bahçesine gittim. Garsonların boylarını karşılaştırmak üç dört dakikamı aldı. Yanlış bir adama gidersem benimle dalga geçeceğini düşündüm. Ve en uzun boylu olanın hangisi olduğuna karar verdiğimde mektubu yavaşça cebimden çıkardım.
“ Merhaba. Ben Selim. Siz burada çalışan garsonlar arasında en uzun boylu olanısınız değil mi?” Bu lafı söylediğimde ne kadar komik olduğumu, adamın benimle dalga geçeceğini düşündüm. Ama öyle olmadı.
“ Merhaba Selim Bey. Gelmeyeceğinizi sanmıştım. İnanmayacağınızı…”
“ Yoksa mektubu yazan siz misiniz?”
“ Hayır Selim Bey. Ciddiyeti hala kavrayamadığınız anlaşılıyor. Bu kurumda herkesin tek bir görevi vardır. Ben sadece sizi yönlendirmekle görevliyim.”
İçimi bu kez adamın da söylediği gibi ciddi(!) bir korku kaplamıştı. Galiba karanlık işlere böyle giriyordu insanlar. Bir an vazgeçtiğimi gitmek istediğimi söylemek geldi içimden. Ama adam çoktan beni kolumdan tutup karşıdaki eve götürmeye başlamıştı. Bacaklarımın titrediğini hissettim. Fark ettirmemek için daha hızlı yürümeye başladım.
Garson cebinden bir anahtar çıkardı ve evin kapısını açtı. Evden ağır bir ahşap kokusu geldi burnuma. Garson ben içeri girdikten sonra kapıya yöneldi. Ve konuşmaya başladı:
“ Bakın Selim Bey, bu evin en küçük odasını bulun. Ve bu odadaki en büyük dolabı da…Dolabın kapağını açtığınızda karşınıza çıkan çekmecelerden kapağı en eski olanını açın. Ve çekmecenin içinden çıkan şeyi sırt çantanıza koyup evinize dönün. İki gün içinde size tekrar bir mektup gelecek. Mektup gelene kadar taşıdığınız o değerli şeyi çok iyi koruyun. Ona bir zarar gelmediği takdirde karınız ve anneniz size şimdikinden çok daha yakın olacak.”
Garson benim konuşmama izin vermeden çıktı ve kapıyı kapattı. Tanımadığım bir adamın karımın ve annemin adını ağzına alması beni inanılmaz rahatsız etti. Kafam allak bullak olmuştu. Eğer o şeyi bulmazsam, koruyamazsam kötü bir şeyler olacağını hissettim. Ve baş ağrımla beraber evin en küçük odasını aramaya başladım.
En küçük odayı, odadaki en büyük dolabı, dolaptaki en eski çekmeceyi bulduktan sonra merakla açtım çekmeceyi. İçinden bir vazo çıktı. Tam o an bunun yine iğrenç bir şaka olma ihtimali geldi aklıma. Ama gülemedim. Vazoyu elime aldım. İncelemeye başladım. Her yeri işlemelerle doluydu. Değerli bir şeye benziyordu. Ama üzerindeki işlemelerin soluk renkli olması eski olduğunu açıkça belli ediyordu. Bu kötü kokan evde daha fazla beklememeliydim. Vazoyu çantama koyup çıktım evden.
Çay bahçesindeki garsonla göz göze geldim. Başımı “Tamamdır” manasında salladım. Gülümsedi. Eliyle evime gitmemi işaret etti. Ve cep telefonuyla bir yerleri aradığını gördüm. Önemsemedim. Evin olduğu sokaktan çıkıp daha kalabalık bir caddeye geldiğimde beni bir polis arabasının takip ettiğini fark ettim. Ve bir anda koşmaya başladım. Yaptığım ne büyük bir salaklıktı. Suç işlemiş biri gibi polisten kaçıyordum. Ne büyük aptallıktı yaptığım. Bana pahalıya patlayacak olan bir aptallık…
Tam yedi ay oldu. O mektubu alalı ve bu lanet yere düşeli tam yedi ay oldu. Vücudum hapishanenin nemli havasına alışsa da aklım hala küfrediyor. Beni sorgulamaya devam ediyorlar hala. O vazoyu nereden bulduğumu öğrenmek istiyorlar. Söylemiyorum. Söylersem karımla anneme kötü şeyler yapacaklarmış gibi geliyor. O kurum, o lanet olası kurum onlara zarar verecekmiş gibi geliyor. Vazoyu nereden bulduğumu söylememek omuzlarımı ağrıtsa da güzel karıma ve anneme kötü şeyler yapmalarını göze alamam. Biliyorum ikisi de yaşamıyor şu an. Ama yine de korkuyorum.
Buradan kurtulma umudum yavaş yavaş sona eriyor. Artık yalnızca bu defter ve kalem var hayatımda. Ama burası öyle ilginç bir yer ki herkesin elinde bir defter ve bir kalem var. Kimse birbiriyle konuşmuyor burada. Herkes bir sır saklar gibi. Ben de konuşmuyorum. Karım, annem geliyor aklıma. Belki onların da benim gibi korkuları vardır. Ondan susuyorlardır.
Tam yedi ay oldu. Daha yolun başında olduğumu artık çok daha iyi anlıyorum. Ve elimden sadece çaresizce susmak geliyor.
(Bu defter diğer bütün defterler gibi o psikopat, tarihi eser kaçakçısı garsonun tutuklanmasında kanıt olarak kullanılacaktır. Suçu yalnızca tarihi eser kaçakçılığı değil aynı zamanda masum insanların zayıf yanlarıyla, kaybettikleri yakınlarıyla dalga geçip onları bu suça ortak etmek ve hayatlarını hapishanelerde mahvetmelerine sebep olmaktır. Defterlere yazılanların üzerinden yıllar geçmiştir. Bu insanların kaybettiği yılların telafisi yoktur. Ve en kötüsü de yukarıda okuduğunuz, Selim Bey’in defterinden alınan örnekte bahsedilen vazo, sanıldığı gibi tarihi eser değil onun başarılı bir kopyasıdır.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)