27 Mart 2010 Cumartesi

SİYAH-BEYAZ-GRİ

Ağlamak Çözümdür Bazen

Her şey o siyah beyaz fotoğraftaki gibi buğulu ve cansızdı. Gerçeklerin renkli olduğunu sanırdı oysa. Siyah, beyaz, gri…Üç dingin renk bir anda anlam arayışlarını anlamsız kılıvermişti. Üç dingin, yorgun renk…

İki katlı taş bir evdi. Duvarlarının taş kalpliliği korumuştu onları yıllarca. Dışarının soğuk yüzü, gaddar duvarlardan süzülememişti hiçbir zaman. Evin arkasında küçük bir bahçe vardı. Babası bir iki incir ağacı dikmişti bahçeyle ilgilendiği zamanlarda. O incirleri yemek çocuklarına bile nasip olmuştu. Biraz da bostan yetiştirirdi. Sonraları vazgeçti bahçeden. Kendini duvarlara verdi. Taş duvarlara…Duvarlar almak istemese de babasının solgun yüzünü sınırlarına, babası kendini sevdirdi. Sahipsizliğin bodrum katında, kendine küflü bir yer edindi. Yerini çok sevdiğinden mi, son pişmanlığın bir türlü fayda edemediğini anladığından mı bilinmez, bir daha çıkmadı geçmişinin kuytusundan. İncirler ve bostanlar tatlının ve tuzlunun ayırt edilemez birlikteliğini yaşadılar bu zamanlarda. Babası yalnızlığının acısını hayata küserek çıkarırken, doğanın yaşamaya kararlı bu ürünleri annesini misafir eden toprağın anaç duygularıyla geçinip gidiyorlardı.

Toprak…O güzel annesinin güvende olduğu hissini veren kutsal kuruluk. Nemini, yaşayan dünyaya veren, kimsenin ruhunun göçebeliğinden hiçbir zaman sorumlu olmayan toprak…O gün, o siyah beyaz fotoğrafta objektife gülümseyen annesinin parıldayan gözlerini sonsuzluğa hapsetmiş, aitliğini kendi yönüne çekmiş, fakir ama gururlu toprak…

Kapıyı açtı elindeki eski anahtarla. Ya da mazisinin derinliklerindeki tek giriş şifresi olan gerçekliğin tıkırtısıyla. Girişte, karşısına ilk olarak emektar divan çıktı. Ezan okununca eve çağırırdı annesi. Hiç istemeyerek girerdi eve. Akşam yemeği hazırlanırdı. Babası gelene kadar dokunulmazdı sofraya, düzen bozulmazdı. Midesindeki açlıkla girişteki divana oturur, sert yastıklardan birini kucağına alır, oturmanın ve sessizliğin verdiği tembellikle babasını beklerdi. Sanki, babası, düzeni oğluyla beraber, zevkle darmadağın ederse huzur bulurdu daracık yüreği. Kumdan kalelerin üzerinde zıplamak gibiydi onun için divanda beklemek. Yapılacakların hayalinin önceden hazırlandığı tek yerdi.

Sağa döndü kapıyı kapattıktan sonra. Küçük bir ayna vardı duvarda. İlk gençliğini hatırladı birden. Komşunun kızına aşık olduğu, o, sanki, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen lise yıllarını… Aynanın önünde ne çok vakit geçirirdi. Saçını bir o yana, bir bu yana tarar, nereden ayırsa, bir türlü bilemezdi. Bilemediği tek şey bu değildi tabii. Komşunun kızının, okulun kızlarına göre, en yakışıklısına ama ona göre, en çelimsizine aşık olduğunu da bilmiyordu örneğin. Gülümsedi. Katıksız aşka inandığı, sivilceli ama yine de pürüzsüz yılları, kenarları kararmış bu küçük aynayla ilk kez bu kadar içten gülümsetti onu. Sivilcelerini hatırlayınca tekrar gülümsedi.

Üç tane oda vardı. Biri onun, biri annesiyle babasının, diğeri de üçünün birden sahip olduğu, hayatlarını dolduran üç sıcak boşluk. Kendi odasında gördüğü ilk şey mizah dergileriydi. Sayfaları sapsarı olmuş,okunup gülünememekten yorgun düşmüş boş zaman doldurucuları. Odasında küçük bir balkonu da vardı. Bazı geceler, aşık olmanın yoğunluğunu daha iyi hissedebilmek için soğuktan büzülüp hacmini küçültürdü bu balkonda. Yıldızların da yardımıyla kalbini avucunun içine alır, küçücük yapardı. Çok küçücük…Sevdiğinin ellerine sığsın diye belki, belki de evin duvarsız bu tek mekânında korumak için saklayamadığı yuvarlak yüreğini.

Oturma odasında eski bir televizyon vardı; eski ama bir o kadar haşmetli. Haşmeti şimdilerde belli ediyordu belki de kendini. O zamanlar sadece önemliydi. Koyabildiği tek ağırlık önemlilikti. Bu aletin bile mağlup edemediği siyah beyazlık esir almıştı bir zamanlar kendisini. Dergilerin sararmaya terk edildiği tarihe denk gelir televizyonun taş duvarlardan süzülüşü.

Mutfakla oturma odası birleşikti. Hayatında bir daha hiçbir zaman karşılaşamadığı bu ev düzeni onu bir kez daha gülümsetti. Koltuklardan birine oturdu. Bir sigara yaktı. Babası görse ne çok kızardı kim bilir. Peki ya annesi? O görse, akşam babası gelince söyler miydi oğlunu sigarayla yakaladığını? Annesinin hüzünlü yüzü belirdi bir an zihninde, söndürdü sigarasını.

Annesiyle babasının odasına girmek, gücünün sınırlayamadığı bir şeydi. Oturduğu koltuktan hiç kalkmasa, zaman onun koltuğuna yenik düşecek, akmaktan vazgeçecek gibiydi. Belki de o oda onu eski yaşamına götürmekte düşündüğü kadar başarılı olamayacaktı. Bir iki gelgit yaşayacaktı düşünceleri, bir iki damla da göz yaşı belki; o kadar.Oturma odasından çıkarken mutfağa döndü son kez. Özenle dizilmiş tabaklara, boş kavanozlara baktı. Aklına annesinin yaptığı fasulye turşusu geldi. Ne çok severdi. Yıllardır tadamadığı gerçek fasulye turşusundan belki de hayatının sonuna kadar mahrumdu zavallı midesi. Ne ‘belki de’ si? Kesinlikle bir daha hayat bulamayacaktı o derece lezzetli fasulye turşusu herhangi bir elde.

Banyoyu teğet geçti. Annesine nankörlük eden mermerleri görmek istemiyordu gözleri. Düşünmek bile acı veriyorsa, bir boyut yükseğini yaşamak fazla gelirdi herhalde. İstemese de beliriyordu sarı ışığıyla küçük banyo gözlerinin kör noktasında. Annesinin küçükken onu nasıl yıkadığı geldi aklına. Gözleri doldu. Cebindeki kâğıt mendil paketinden bir mendil çıkardı. Gözlerini sildi. Babasının mavi, kareli mendili geldi aklına. Elindeki mendile bakıp tekrar sildi gözlerini.

Yatak odasının kapısı vardı şimdi karşısında. Durursa asla devam edemeyeceğini bildiğinden açtı kapıyı. Hızla girdi içeri. Aynalı bir dolapla, üzerinde işlemeli, beyaz bir örtü olan yatak vardı odada. Dolabı açtı. Annesinin giysilerinin o eşsiz kokusu yayıldı bir anda. Ürperdi. Baştan ayağa titredi bedeni. Giysilerden birini askısından çıkarıp eline aldı. Özenle yatağın üzerine koydu. Başını sarı perdelere çevirip elbisenin yanına oturdu. Dönüp bakamıyordu bir türlü. Bakarsa erdeminden bir basamak daha çalacağını düşünüyordu. Büyüsünden bir zerre bile eksilsin istemezdi. Ama o elbiseyi yaşamak istiyordu. Doyasıya yaşamak…Takvimlerin adlandıramayacağı bir zaman diliminde, ipekliğin atomlarının bir yörünge farkında, rüzgâr gibi hareketlendirsin istiyordu film karelerini. Ellerine aldı tekrar yumuşacık giysisini annesinin. Kare yakalı, beyaz çizgileri olan, bordo renkli bir elbiseydi. Uzun boylu annesinin ancak dizlerine kadar gelebiliyordu. Hayalleri kontrol edilemez bir hal almıştı. Annesini bu elbisesi üzerinde, ellerinde pazar poşetleriyle düşledi. Daha fazla dayanamadı bu görüntüye. Elbiseyi yüzüne yapıştırıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İlk kez utanmıyordu ağlamaktan.Çünkü bu kez, yıllarla yaşadığı karşılıksız, tek taraflı ilişkide güçsüzlüğü kabullenmiş, uyudukça büyümediğini anlamıştı. Ağlıyordu. Kokuyu içine çeke çeke ağlıyordu. Kim görürse görsündü. Yalnızdı işte. Yapayalnızdı. Doğduğu an kadar yalnızdı. Çırılçıplaktı sanki. Üşüyordu. Titriyordu vücudu. Bu ev aslında onun farkındalık halinin doğum yeriydi. Her şeyin farkındaydı artık. Karısıyla çocuklarını düşündü. Onlar onun ikinci ailesiydi. Tamamen taklitten ibarettiler. Belki evlerinin girişinde bir divan yoktu. Aynaya baktığında saçlarını taramak için pek fazla seçeneği de yoktu belki. Ama bu evdeki ruh onlarlaydı. Ağlamasının, kendini yalnız hissetmesinin bir sebebi de buydu. Annesiyle babasının özleminin yanında kendi el yapımı hayatını özlüyordu. Taklitçilik yaptığını düşündüğüne kızdı bir an. İkinci ailesine haksızlık ediyordu. Onlar onun yaşam amacıydı. Aynı bir zamanlar kendisinin de babasının yaşam amacı olduğu gibi. Bu çözümleme rahatlattı biraz bedenini. Titreyişlerinin periyodu seyrekleşiyordu. Doğru yolda olduğu düşüncesi bir iplik daha bağlıyordu hayata. İnce ama dayanıklı bir iplik daha. Bu yoldan asla vazgeçmeyeceğine söz verdi yalnızca annesinin duyabileceği bir fısıltıyla. Huzur artık bütün vücudunu kaplamıştı.

Annesini bırakıp çıktı odadan. Aynaya bakmadan geçti kapının önünden. Cebinden anahtarı çıkarıp kilitledi kapıyı. Merdivenleri yavaşça indi. Dönüp son kez bakmak istedi. Ruhunun bu devinime elverişliliği bedenini kıskandırdığından belki de, önemli sayılabilecek bir güç denemesiyle kaldırdı kafasını. Sarı perdelerle birleşti gözleri. Anahtarın olmadığı, diğer cebinden çıkardı siyah, beyaz, gri fotoğrafı. Bunca yolu gelmesine sebep olan bu renksizlik onu başlangıçta hayal kırıklığına uğratsa da, şu anda, anlam arayışlarını bile görülemeyecek kadar küçülten bir dönüm noktasıydı. Umut, sigara paketini buruşturup çöpe attığında, artık yalnızca umudun esiri olan kendisi eve geç kalmamak için hızlı adımlarla ilerliyordu. Bir an önce eve dönüp kumdan kaleleri heyecanla yıkma fikri onu bugün bir kez daha gülümsetti.

1 yorum:

alpgiray m. ugurlu dedi ki...

ilk kez okuduğumda ilk kez okumuyor gibiydim.eline sağlık.

Yorum Gönder

 
;